30 Eylül 2014 Salı

Again and again

"We've discovered that Leonardo is always changing his mind. This is someone who hesitates - he erases things, he adds things, he changes his mind again and again."

Şunu da denesem sonra bunu da. Bunu eklesem; onu silsem. Öbürünü koysam nasıl olurdu. En iyisi başa döneyim. Ama artık şimdi öyle de olmaz.

Kişiliği böyle olanlar bilirler ki bi şeyi çok iyi yapmak da sıkıntı; yapamamak da.  Zira insan yapamadığında yapmaya uğraşmakla ilgili fikirlerinin değişimine, yapabildiğinde de yapmayı sürdürmekle ilgili fikirlerinin değişimine bakakalıyor. Üstelik bir öyle bir böyle bir de şöyle düşünmenin getirdiği sonsuz seçenek ve sınırsız imkan da daha iyisi her zaman var'la her seferinde aynı işte'ler arasında sıkışabiliyor.

Yani canım benim, 
Benim canım.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Vişne

Şu hayatta beklentilerim de, derdim de, zorum da kendimle.
Kimin ne olduğu değil; benim ne olduğum, olabildiğim, olabileceğim.
Kimin ne söylediği, düşündüğü değil; benim ne söylediğim, düşündüğüm, ne düşüneceğim. Önemli.

Başarmak için peşinde koştuklarım var; gerisi de hikaye. Zaten bu noktada gerçekten çabalıyorsanız, gerisinde ne olup bittiği o kadar da ilginizi çekemiyor ister istemez.
Hayatın içinde ne kadar insan olabildiğim? İnsan kalabildiğim? Bunlar değerini yitirmesin. Gerisi hallolur düşüncesindeyim.
Hepimiz sonuçta 'ellerimiz kadar' var olabilen'leriz. Kazandığımız değil, üretebildiğimiz kadar buradayız. Ya da en azından ben de böyle düşünüyorum. Bazıları da böyle düşündüğünü sanıyor oysa içten içe bir hırs falan. Neyse uzun o şimdi.


Gelenlerimi de gidenlerimi de 'herkesler'imi çok sevmelerim hep bu yüzden.
Hayatın akışında eğilip bükülmeli, bazen hoplayıp zıplamalı, bazen de fırtınanın, ruhunun tam içinden geçmesine izin vermeli insan. Hayatı küçük bir çocuk gibi alttan alabilmeli kavga çıkınca. Mutlu anlarında tüm kalbiyle şükredebilmeli. Onda niye var, ben de yok'lara zaten girmemeli. Kopuşlarda da içinden bir yeşil canavar çıkışmamalı. 

Diyorum ki sana ben: Dönüş. Dönüşüme izin ver. 

Bir şey yaşanıyorsa inan buna; yaşanma zamanı gelmiştir. Vişne o dalda yeterince beklediyse; bir kavanoz reçele dönüşme zamanı gelmiştir. Tam vaktini doldurduysa artık; minik ceninin bir bebek olarak doğma zamanı gelmiştir. Yaz bittiyse sonbaharın zamanı gelmiştir. O gidiyorsa gitme zamanı gelmiştir. Sadece öyle olması gerekmiştir diyorum sana ben. Çok kurcalama diyorum işte. Belki o şarkıdaki gibi olmuştur. 'Başa gelmiştir, olmaz işler..'Senin de belki daha iyi bir şeylerle karşılaşma vaktin gelmiştir. Ve onun da hayatına yeni mutluluklar eklenme dönemi gelmiştir. Gülümse ve severek uğurla. Mutlulukla ağırladığın gibi, sevgiyle uğurla.

İnan ki çok kalbinle söyleyince bu güle güle'yi, bu veda bir duaya dönüşebiliyor. Farknda bile olmadan, kendine ettiğin içten temiz bir duaya. 

Ve insan kendine kötü davranan kişiye bile kin tutmadığında zaten aslında en büyük iyiliği kendine yaptığını görüyor. 

İlerde anlayacaksın.
Anlayacaksın ilerde. 

Hoşgeldin. 
Güle güle. 

Kusur/suz

Çünkü onun kapasitesi bu.
Çünkü o dönemki motivasyonu böyleymiş.
Çünkü demek ki o da böyle bir insan.
Çünkü karakterler bir olmak zorunda değil.
Çünkü çünkü çünkü...


Çünkü ben herkesi olduğu gibi kabul ediyorum. Hayatım belki de bu yüzden çok yolunda. İç huzuru diye bir şey var, çok şükür hep yanımda. 

İnsanların kusurlarını gördüğümüzde; gözüme batan bir kıymık gibi söküp atmaya çalışmasak. Ve hatta bazılarını özellikle kusurları için sevsek. Onu o yapan detayları görebildiğimde mutlu oluyorum mesela ben. Demek ki oturmuş ahkam kesmiyor karşımda diyorum; demek ki gerçek haliyle burada. Birdenbire daha çok seviyorum. 

Çünkü mükemmel olmuş, kendini mükemmel sanan, mükemmel olmaya çalışan ve mükemmeli arayan insan samimiyetsizliği diye bir şey var arkadaş. Var yani. Kusur varsa rol yok demektir. Benim gözümde.

Karaktersizlik dersen o başka bir şey. Yalancıdır, içten pazarlıklıdır, art niyetlidir, katildir falan. Öylesi zaten ?

Yok.




28 Eylül 2014 Pazar

Mutluluk

Babam gazetesini okurken; salondan yükselen caz şarkıları, kahvemi odama götürürken peşimde bir iz gibi bıraktığım duman, yan odadaki tuvallerden gelen net yağlı boya kokusu, kömbi'min tükenmeyen kazı çalışmaları, bunları yazarken masada kapağı aralık kalmış fransızca grammaire! kitabının doldurulmayı bekleyen taze boşlukları, bir yığın halinde okunacak diğer kitaplar, üstelik temize geçirilmesi gereken reçeteler; kesilmemiş bir akide şekeri kıvamında annemin dingin ve huzurlu gülümseyişine karışıyor.

Ve
dışardaki koyu fırtına, bu klasik pazarımı çok daha çok şeker bir hale getiriyor. 
Çünkü hava açık lacivert.
Çünkü fırtınayı çok severim.
Çünkü rüzgarın uğultusu ve yağmurun cama tıp tıpı işte.

Çünkü tüm bu kanıksanmış, bu sıradan anlar bana tümden bir mutluluk halini yansıtıyor.

Ya da şöyle söyliyim, 
hayattaki mutluluğum sade ve sıradan anılarımı oluşturan bu sakin, sade anlarda saklı.

Bulmaca çözerken izlemek birini ya da sessizce kitap okurken kafamı çevirdiğimde kanepede uzanışını görmek. Sonra sarıp sarmalama hissiyle kalkıp üstüne yumuşacık bir battaniye örtmek. Örterken öpmek ve belki bi kedi gibi hissettirmeden yanına kıvrılmak.

Mutluluk.

İşte hepsi bu.

25 Eylül 2014 Perşembe

Çay

Sonra sanki sımsıcak bir yaz günü. Hayır bahar olsun.
Yola çıkmışız böyle sabahtan. Ama çok sabahtan. Sonra öğlen olmuş artık hatta neredeyse akşam olacak.
Eski takır tukur giden bir arabanın içindeyiz. Mümkünse konfor istemiyorum. İçimi dışıma çıkarma bu yüzden yavaş gidelim. 
Ve yol öyle uzun, öyle uzun sürmüş ki mutluluğun resmi olmuş böyle.
Saçlarım yine uçuşuyor elbette. O cam inatla bi açık çünkü. Hayır arabanın eskiliğinden değil, tamamen benim inadımdan, başka hiç bir şeyden değil.
Sağımızda hep ayçiçeği tarlaları. Sol tarafımız deniz.
Hayır solumuzda ayçiçeği tarlaları sağımızda uçsuz bucaksız ovalar. Plato mu bunlar adları ne olabilirdi ki yoksa ova mı hayır o çukurumsu olmalı ama şimdi ismini o zaman kesin bi bakmam şart diye kafamda herzamanki bi tartışmalarımı yaşıyorum. Googlelıcam ama 3g sıkıntı. Sana soruyorum ve sen bilmiyorsan; ay hayır bu çok daha büyük bir sıkıntı. 
Yine hepsi olsun istiyorum zaten. Aynı anda hepsi olsun. Sanki olabilirmiş gibi. Olsa ne olur yani?
Aynı anda yapabilsem hepsini, her şeyi. Aynı anda yaşayabilsem.
Mfö çalıyor. Güllerin içinden. Çünkü mutlu hissetmek böyle bir şey. Bu şarkıda bir şey var diyorum, bir his, yanık bir his. Destina gibi ama değil. Nazlanan bir huzur gibi. Yanağınıza dokunup birden sarılır gibi. 
Derinden bi tebessümle kafamı iki yana yatıra yatıra mırıldanıyorum. Hatta içimden daha çok sevinerek. Çünkü elimde değil napiim ki; böyle hissediyorum. Notalarında mı bir şey var nedir? 
İlerdeki kahvede bir mola vericez. Çünkü ben yine inatla, sadece diyorum, bu kahvelerin sadece erkeklere özel olması ne saçma. Haksızlık bariz. Ve o çayı içicem.

O an her yan kocaman bir gülümseme oluyor. 
Masmavi gökyüzü içime doluyor. Ya da ben o masmavi gökyüzüne dönüşüyorum, sıcacık.

Hiç bir gecikme yok. Hiç bir beklenti.
Sadece bagajdan bir şey almam gerek.
Bu benimle ilgili, çok keyfi, çok gereksiz aslında. Kimsede de olmaz zaten.

Burada sadece,
O anın yaşanacağını bilmeden; o ana ait şeylerimin sevinci var.
Belki de sen anlamazsın.
Ama biliyor musun anlaman çok işime gelirdi.
Çünkü inan ki insan bazen sadece; anlatmadığı halde anlaşılabilmek istiyor.

Mızık

Atıyorum tutuyorum sürekli.
Hiç biri de ben değilim. Ben de hiç biri değilim.
İçerdeki 4-5 kızdan en kalabalık yapanı ağlak sulugöz, utangaç ve küsünce oyunu bırakan mızmız bir çocuk işte. Büyümemiş. Şapşal. Görmek istemiyorsa bakmayan. 
Kırıldıysa giden, kızdıysa giden, gitmek istediyse bir bahane illaki var.
Bayrağı kapmak için yarışanlar varsa, bayraktan falan vazgeçen. 
Mızmız diyorum ya. Mızıkçı olduğundan değil, dudağını sarkıtınca kimse görsün istemediğinden.
Sonra unutan ve unutan işte.
Çünkü ne demişler bilirsiniz; insanoğlu unutmaya mahkum olandır.
Kırılınca kıramıyorum. 
Ya da işin doğrusu en çok da kırıldığımda kıramıyorum.













23 Eylül 2014 Salı

Olduğu gibi

Bozcaada için yazacağım bir yazı vardı.
Yapıp bozup yapıp bozup en sonunda sildim attım.
Hevesim kaçtı çünkü.
Soğudu yani, kutuda unutulan pizza dilimi gibi. Matlaştı.

En iyisi gidip görmek. Başkasından dinlemeyin. Kafanızda da kurmayın.
Gidin görün, en iyisi.
İnsanların kendileri de, bulunmaktan keyif aldığı yerleri de anlattıkları gibi olmuyor, ben eminim.
Benim sevdiğimi sen sevmezsin şimdi, senin bayıldığını da bir diğeri falan.
Birisi bir şeyi anlattığında; övdüğünde, hele ki üstü kapalı övdüğünde ki bu tecrübeyle sabit,
İlla ki bir toz alınmışlık oluyor. Kuruyan otları bi temizlemişlik. Bi oda spreyi sıkmışlık. Gördüğü ve göstermek istediği taraftan anlatıyor nihayetinde. Tarafsızlık diye bir şey olmaz, nasıl olsun. Bu kelimenin kendisi zaten bir tarafken.

Böyle herhangi bir konuda kafamda şekillenmelere yol açan herkes ama istisnasız herkes sonunda kendi bildiğimi okusaymışım daha iyi olurmuş'a dönüşüyor.
Şuranın kahvaltısı harika, şu kız/erkek öyle boş değil'ler falan.
Değil, değil. Hiç biri öyle değil. Değilmiş yani. Gidip görünce anlıyorsunuz.
Sonra burası bir ada işte, o da bir insan sonuçta. Oluyor.
Vasat.

Kendi fikriniz olsun. Kendi gelincik şerbetinizi için. Kendi dizinizi yaralayın kekik tarlalarında. Selfie peşindekilerle dalganızı geçin. 
Ve kendi isminizi verin o yeldeğirmenlerinden birine. 

Cervantes'i düşünün. Don Quichotte olun. Ve İlhan İrem'in naifliğiyle uçuyorum durmadan ben pilotmuyummm diye mırıldanın.

Gidenlerine nereye gitsem diye sorduğum, şuraya git bence denilen, peki merak ettim dediğim ve o yerin kapısına gelince merak etmekten vazgeçip yandaki yerin masasına oturduğum bozcaada.
İstanbul güruhu olarak şöyle bi gidip geldiğimiz, adım attıkça tanıdığa rastladığım bozcaada. 
Yazık ki sadece maddi kaygıların üzerine oturtulmuş bu sistem nedeniyle, gelecek senelerde hızla betonlaşacak olan bozcaada.


Şimdi bin yıl geçmiş gibi olan o birkaç günden aklımda kalan soğuk su, kırık bir telefon ve limonlu nescafeli iki top dondurma yalnızca.

Ah bir de sokağımızdaki, hiç yanımdan ayrılmayan o siyah güzel gözlü köpekçik..




Bugün yarın

We never can just stop time. Or take moments back. Life doesn't work that way, does it?
Christine Feehan


Belki de zaten hepsi bu kadardır.

21 Eylül 2014 Pazar

Ruknettin’in kalbi için kehanetler

Ruknettin’in aynalarda ağladığı kadar var. 

bir mevsimin kıyısından tutarsan Ruknettin 
kurak ovalara yağmur yağar,
ayak bileklerinden kavrarsan bir harfi,
kalbin şiir olup vadileri sular. 

senin de vadilerin vardır Ruknettin! 
kehanetler kurarsın, yağmalarsın kendini 
kurtarıp o yangında ilk önce kalbini 
niyedir, aynalarda azalır sesin. 

doktorum 
ben bu kalbimi sarınır örtünürüm 
kış gecelerinde onu yakar ısınırım 
üşürsem helak olacağımdan korkarım. 

doktorum 
gayya kuyusuna inmek istemem 
bana bir ip uzat, yağmurlar istemem 
aynaları kırarım, suretimi istemem 
mevsimler dönedursun, bu dünyayı istemem.

ben hep aynalardan geçerim doktor, 
aynalar benden geçer.
Araf’tan bir sepet sarkıtırım aşağı 
doluşur içine narin böcekler 
yaşamayı yeni öğrenmiş kelebekler 
üşüşür ben kalbimi sarkıtınca aşağı 
ben hep aynalardan geçerim doktor. 

günahları için ağlayan kim varsa 
kanatları ile okşar onu melekler.

hep böyle midir 
kalbin hep böyle yavaş mıdır ruknettin?
aynalar sana bir savaş mıdır ruknettin?
yârin dudaklarından trenler geçer de 
kalbinin istasyonunda durmaz mı 
sen hiç satrançta yenilmez misin 
atına binip hep gidermisin ruknettin 
bilmez misin atından ayrı düşen bir vezir 
zehir gibi çoğaltır kanında yalnızlığı 
ve nihayet şahlar da aynalardan geçer 
bir sen mi kalırsın bu rüyada ruknettin 
herhalde hep böyledir 
Bu dünya sevenlere bir tuzaktır Ruknettin!

Buraya kalbinizi kuşatmaya geldiydik 
konuşmayı unuttuyduk hâl diliyle söylediydik.
Duâ okuduyduk yağmur dilediydik 
Kalbinizi kuşatmaya geldiydik. 

hoşgeldiniz. buyrun, işte kalbim. 
adımı unuttuğum zamanlarda Ruknettin'im. 
gövdesi ihlâl edilmiş bir yetimim. 
şu kapıdan buyurun, az ilerisi benim kalbim. 

benim kalbim bir ıslahevidir doktor.
yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde 
benim kalbim gövdesi ıslahevlerine çakılı bir 
kuştur 
uçmayı bilmeden ölür kenar otellerde 
kalbim ıslah olmaz bir kuştur doktor 
tıkanır, ölür metropollerde 
ardından ağıtlar okunur. 

bir çiçeği uyandırmak için mi 
söner bu ateşgâhlar 
kaldırmak için mi yeraltını 
o derin uykusundan 
kurur bu göl 
ne var ne oluyor 
neden türkü söylüyor fesleğenler 
uzakta biri mi göründü 
biri incil okurken düşüp bayıldı mı 
bir rüya mı gördü yalnız keşişler 
yeni bir ilim mi keşfedildi 
ne oldu? 

adım Ruknettin, tanışıyor olmalıyız 
bir çay oçağında yahut bir merdiven başında 
sunmuş olmalıyım kalbimi size 
bakın! demiş olmalıyım henüz avladım o'nu 
iğvanın zehrini boşalttığı kuyularda. 
yalnız günah parlar zifiri karanlıkta 
ve kuyudan kuyuya bir yol yoktur 
bir avcı tüfeğini doğrulttuğunda 
ay gibi ışıdığında bir aşk 
bir mevsim yönünü şaşırdığında. 

hayret etmiş olmalsınız, kalbim 
hazerfen misali havalanınca. 

korkarım sevgili doktor bu mektuba kendimi 
üzerek başlayacağım 
çabuk büyüyen bir çocuk gibi, ceplerimin nerede olduğunu unutacağım önce 
ve mazi gizlenecek bir yer bulamayacak kendine. 

sonra bir menekşeyi teheccüde kaldırmayı 
unutacağım.
unutacağım hangi şehirde durursam yâr 
beni karşılar.
nerede ölürsem bahtıma idamlar çıkar 
gülümseyen bir arap olacak yüzümün size 
bakan tarafı,
terkedip gitmelerin ağırlaştırdığı bir güz 
olacak öte yarısı.

alnımın dokunduğu yerden savaşlar artacak 
ve bahar giysilerine bürünmüş gelirken kıyamet 
gönüllü mağlupları olacak hayatın doktor! 
yarından korkan adam, Ruknettin böyle söyler. 

siz doktor, yazabilir misiniz bir gülü yeniden 
alıştırabilir misiniz baharı çürüyen toprağa 
kabaran yağmuru yeraltına 
ve bir aşkı ayrılığa 
yakıştırabilir misiniz doktor 
kanatlarında hüzün ve manolya 
taşıyan kuşlarla konuşabilir 
ve trampetimi geri verebilirmisiniz bana?

Ah kalbin moğolları size verecek ne kaldı
Bir kitap olup yandı da o
Külünden zehir kaldı
Bir hayal olup uçtu da
Gökte melekler bağırdı
"Eve dön, eve dön!"

Döndüm ki; şehrin ağrıları üstüme kaldı
Bulvara uzanmış diskotek kızları
Süpermarketler, bankalar
Yani toplu insan mezarları
Üstüme kaldı.

Size ne denir ey kalbin istilacıları
Barbar denir, bir hayal yıkan denir.
Alın o'nu da götürün, bir kalbim kaldı. 

bir ilkokul atlasında gemilerim yandıydı 
cenevizden geliyordum, elimde mektuplarım vardı 
elimde ölü bir kızın sağır saçları vardı 
ben ki Ruknettindim kuşlardan bir ordum vardı 
bir mevisimin ortasında kalakaldıydım 

bakkaldan manavdan değil,
cenevizden geliyordum doktor 
o kızın saçlarından geliyordum 
yitirilmiş bir mahkemeden 
galiba kalbimden geliyordum. 

o ayaklarını değdirdiğin deniz ruknettin, 
yani yarın 
o ıssız ve derin ülkesi yavrukurtların 
içli kızların kederine ilişkin o hakikat 
gün gelir seni açıklarında boğar 
ve haykırır ardından terkedip geldikleri sulara 
hiç ağ vurmamış balıklar; 
eve dön! eve dön! 

dönersin aklında hüthüt kuşları kalır 
ardında sevmeyen ve sevilmeyen bir adam kalır 
ve Ruknettin, senin kalbinden, her akşam 
utangaç çocuklar yeryüzüne dağılır. 

güvercinler nasıl taşırsa ömrünü 
öyle taşırsın sır misali kalbini 
tabipler o yardan el çekerse 
aynalar sırrına agâh olur Ruknettin 

ne bir halvet olur sana bu dünya 
ne tutuşan gövdene bir gölge 
suskun balıkların dilini çözen rüya 
gün gelir sana mihrap olur Ruknettin. 

bir güle boyun eğdiren nedir 
o aşk değilse 
nedir kalbe çıkartılan 
tutuklama emri 
aşk değilse 
Ah, o sığınaklardan 
yitikleri toplayan 
ve düşlere vuran gemi 
nedir aşk değilse 

size kendimden bahsediyorum doktor 
'biraz yağmur kimseyi incitmez' 

iyi ruhların arasında dolaşan 
bir gölgeden söz ediyorum 
acıdan çatlamış kalbi 
soğuğa dayanıklı kılan bir bilgiden 
terkedilmiş şizofrenleri kendine çeken vadiden 
keşişlerin hüznünden 
ve bir aşk yüzünden 
ayları karıştıran kişinin 
tababeti ruhiyesinden 

size kendimden bahsediyorum doktor 
'ben kar yağarken ıslanmam' 

benim öbür adım rüzgar 
uğradığım orman 
değdiğim kalp uğuldar..


Kemal Sayar

Sonbahar

Sonbahar şarkısı.

http://youtu.be/ZXwvW8bjJ8k


Sanki sımsıcak bir günde denizin berrak kıyısında deniz kabuklarını seçiyorum.

Önce toplayıp sonra kırdığım deniz kabuklarını.



20 Eylül 2014 Cumartesi

18 Eylül 2014 Perşembe

Dünyayı verelim çocuklara

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler.

Nazım Hikmet

Bağ kurmak mı?

Küçük Prens

"20. BÖLÜM

Çölün, kayaların ve karların arasında uzun bir süre yürüyen küçük prensin karşısına sonunda bir yol çıktı. Ve bütün yollar sizi insanlara götürür.

Yol boyunca yürümeye devam etti küçük dostumuz. Karşısına bir gül bahçesi çıktı.

 

“Günaydın” dedi güllere. Onlar da: “ Günaydın” diye karşılık verdiler.

Küçük prens onlara baktı uzun uzun. Hepsi de kendi çiçeğine benziyordu. Şaşkınlıkla:

“Siz kimsiniz?” diye sordu.

“Biz gülleriz” diye yanıtladı çiçekler.

“Ah!” diye haykırdı küçük prens. Ve birdenbire içi büyük bir üzüntüyle doldu. Kendi çiçeğinin evrendeki eşsiz bir tür olduğunu sanıyordu. Öyle demişti çiçek. Ve işte burada, küçük bir bahçenin içinde, aynı çiçekten tam beş bin tane vardı!

“Eğer burada olsaydı, bana yine sitem ederdi” diye düşündü. “Sanki ölecekmiş gibi durmadan öksürürdü. Yalanını bu şekilde ört bas etmeye çalışırdı muhakkak. Ve ben de hastabakıcılık numarası yapardım. Aksi takdirde gerçekten de ölürdü. Altta kalmaktansa ölmeyi tercih ederdi.”

Sonra kendi kendine : “Eşsiz bir çiçeğim olduğu için kendimi zengin sanmıştım. Oysa o sıradan bir gülmüş sadece. Peki yanardağlarıma ne demeli? Boyları sadece dizlerime geliyor ve birisi sönmüş durumda. Tüm bunlar beni hiç de önemli bir prens yapmaz.”

Kendini çimenlerin üstüne bıraktı ve ağlamaya başladı küçük prens.
 

 

21. BÖLÜM 

İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.

“Günaydın” dedi tilki.

“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.

“Buradayım! Elma ağacının altında.”

“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”

“Ben bir tilkiyim.”

“Benimle oynar mısın? Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens. 

“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ben evcil değilim.”

“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.

“Anladığım kadarıyla sen buralı değilsin” dedi tilki, “ne arıyorsun buralarda?”

“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”

“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”

“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”

“Genellikle ihmal edilen bir iş. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”

“Bağ kurmak mı?”

 

“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak. Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.”

“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”

“Olabilir. Dünyada böyle şeyler hep olur.” dedi tilki.

“Ama bu çiçek dünyada değil.”

Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”

“Evet.”

“Peki orada avcılar da var mı?”

“Hayır, yok.”

“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”

“Hayır. Tavuklar da yok.”

“Eh, hiçbir yer mükemmel olmuyor” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:

 

“Benim yaşamım çok tekdüze. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni. Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlaların benim için hiçbir anlamı yoktur. Bu da çok üzücü. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.”

Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prense baktı.

“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.

“Elbette” dedi küçük prens. “Ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var.”

“İnsan ancak evcilleştirirse anlar” dedi tilki. “İnsanlarınsa artık anlamaya zamanları yok. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ama dostluk satılan bir dükkan olmadığı için, hiç dostları olmaz. Eğer bir dost istiyorsan, evcilleştir beni!”

“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.

“Çok sabırlı olmalısın. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın...”

Ertesi gün küçük prens yine geldi.

“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalıdır.”

 

“Alışkanlıklar mı?”

“Bunlar da çoğunlukla ihmal edilir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden farklı kılan şeylerdir. Örneğin, şu benim avcıların da alışkanlıkları vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.”

Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.

“Benim bunda bir suçum yok” dedi küçük prens. “Seni üzmek istememiştim. Evcilleştirilmeyi sen istedin.”

“Doğru, haklısın” dedi tilki.

“Ama ağlayacağını söyledin!”

“Evet, öyle.”

“O halde evcilleştirilmek senin için pek iyi olmadı.”

“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini düşün.” Sonra da “Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.” diye ekledi.

Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.

“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”

Güller bu duyduklarına çok bozuldular.

“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm (birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Bazan da suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”

Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.

“Hoşçakal” dedi.

“Hoşçakal” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Çok basit birşey. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”

“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.

“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi tilki. “İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun. ”

“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti."

...

16 Eylül 2014 Salı

Eski

"biliyorum sebebini bir bir biliyorum
öyle kolay kendisi söylemesi kurtulması öyle kolay
kolaylığından sıkılıyorum
kurtulmak elimden gelmiyor."

Turgut Uyar

Yumurta

"Who are you to judge me?
i know im not perfect.

And i dont live to be!

But before you start pointing fingers,
Make sure your hands are clean."

Kimsenin ne yaşadığını bilemediğimize göre karşısına daha doğrusu arkasına geçip çatır çatır kendi doğrularımızla yargılamak bence zeka eksikliğinin ciddi bir göstergesi.
Sen onu eleştirirken kendi şişmiş egonu mu tatmin ediyorsun; içten içe iyi ki böyle değilim falan diye?
Ne biçim bir bilinçaltın var senin böyle? Büyürken kendini özel hissetmek doğal, çoğu çocukta olur da sen yetişkinliğini algılayamadın mı? Bak artık 12 yaşında değiliz. Demek istiyorum böyle durumlarda, yanımda biri bir diğerini yargılamaya çalışırken.
Of susturuyorum elbette hemen, vasata, vasat düşünme tarzına hiç gelemem, soğuyorum direkt ortamdan da, konuşmadan da, konuşandan da.
Bence kafa almadığından çünkü.
Kafalar diyorum. Bazen kendiyle o kadar dolu ki, kendi durumunu, o içler acısı halini göremiyor.
Sıkıntı büyük.
Çok sıradan.

Çünkü herkesin kendi doğruları var.
Çünkü herkes özgür.
Saçmalamakta da, gerizekalılaşmakta da; daha iyi ya da daha kötü olmakta da.
Çünkü onun hayatı bu.
Ve hayat her kime ait olursa olsun saygıyı hakeder.
Kendi doğrularınla bir diğerini ölçemezsin. Kendi kararına varabilirsin sadece. Onu yaftalayamazsın.
Çünkü belki gördüğün şey aslında gördüğünü sandığın;
Duyduğunsa anladığını sandığın'dır.

Yumurtanın içinde ne var?

Devam edelim.

14 Eylül 2014 Pazar

Falsız kal

Gelecekte neler olacak belki de iyi ki öğrenemiyoruz. Böyle düşünüyorum ben artık. 


İçimde bulutlar oradan oraya uçuşuyor. 


Ve içimde küçük bir kız çocuğu.. Sanki ormanın içinde bir yerlerde..

Herkesi bir yana koştururken izliyor.

Tüm o yeşilliğin ortasında..


Hayatın bir stop düğmesi olduğunu görmüş olan herkes böyle hissediyor mudur?


Tüm bu gürültüde sanırım en çok aşka inanmak isterdim.

Manevi değil; maddesel aşka.

Bir nesneyi tüm kalbinle sevebilmeye.

Hırsla yanıp tutuşmaya.

Elde etme isteğinin gücüne.. 

Adamın birine aşık olmaya.

Planlar peşine düşmeye, kaleler inşa etmeye..

Birbirini av olarak görmeye, kendine egodan bir şato kurmaya.

Falan.


Ama benim,

İnandığım tek şey, bu tür her şeyin geçtiği.

Aynı kalamaz yani bence gerçekten çok saçma zaten.


Ama kalsa belki, bazı şeyler geçmese..

Bazı şeyler bir dağ olsa, dağ kadar güçlü ve kararlı dursa.

Bir yanım bahar bahçe..





"Bir gözüm doygundur yalan bakar,

Bir gözüm çocuktur bilmez."


Özdemir Asaf






13 Eylül 2014 Cumartesi

Siyah boncuk

"Ne güzel gözler, içleri gülüyor kızım hem saçlarınla da aynı renk, şimdi senin bu saçların ne renk oluyor?"
Teyzeler çok tatlı, teyzeler hep çok şeker.

Şimdi artık 'bakır karamel rengi gözlerim ela taklidi yapıyor' mu demeliyim ben artık?



Ama benim en sevdiğim göz rengi siyah.
Babişkom yüzünden.



Pembe Kurdele

Sadece mutlu ettiğinde mutlu olabilen insanlar hala var.
İyi ki de varlar.

Çünkü hiç bir şey bu dünyada, bir diğerine iyi gelişinizin huzuruna erişemez.

❤️❤️


11 Eylül 2014 Perşembe

Ömür dediğimiz şey..

bugün..

Babanem.
Benim canım.
Bugün seni giydirirken, çocukluğum bir vazo gibi kırıldı önümde.
İçim buruk. İçim öyle dalgalı ki.

Sanki birazdan ter içinde kapını çalıcam yine, tüm gün koşturmuşum, ağaç tepelerinden inmemişim, kir toz içindeyim.. Erik mi toplamışım elma mı? Tüm dünyam bir Silivri olmuş. Duvarların tepesinde oturup hayaller kurmuşum. Paletleri bi yerlerde unutmuşum yine.. İskele iskelelikten çıkmış. Arkadaşlarıma mektuplar yazmışım, kim atacak onları? Bacaklarımda kollarımda sıyrıklar. Ve bunların izi hep kalacak; büyüdükçe farkedeceğim.

Babuşkammm, annem görse eve alıcak, ama karnım da çok aç.. Çok da susadımm..



Şimdi seni böyle gördükçe, dayanamıyorum.

Biteceğini bildiğim şeylere karşı hep olduğum gibi olmak istiyorum.
Her zamanki merve gibi uzaklaşıp gitmek istiyorum.
Soğuklaşıp bi taşa dönüşmek.
Kalbimin buz havasını kendime bir güzel göstermek.
Hiç olmuyormuş gibi yapmak.
Silmek işte, yok saymak.
Klasik merve işte.
Bir anda duygusuz, bir anda çok soğuk.


Ama
Bir tek sana yapamıyorum işte. Niye böyle? İçimdeki salak gitmiyor bir türlü. Olgunluk falan kalmıyor. Değilim de zaten. Olgun molgun değilim. Bu duygusallığa da katlanamıyorum. Bu halimden de nefret ediyorum. 

Sana baktıkça; sen görmeden ağlıyorum. 
Babuşkam. Benim canım. 


Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu?
Ömür dediğimiz şey..


Of her neyse.
Her
Neyse.

9 Eylül 2014 Salı

Perspektif

Ne kadar küçük.
O kadar küçük ki; toz zerresi kadar.
Görme mesafemden, eriyor.


Anish Kapoorun heykel işlerini izlediniz mi hiç?
İnsan elinden çıkma ve bir o kadar insanı azaltan bir duygu verir.
Öyle bir azaltma ki içten içe büyüyor ve öylece olduğunuz gibi yok oluyorsunuz.

Ülkemizde yaşamadığından hemen çıkıp gidin inceleyin, ne hissettiğimi anlarsınız diyemiyorum.
Ben de içimde bu hissi her uyandırmak istediğimde onu izleyemiyorum elbette.

Görkem nedir? Büyüklük nasıl bir şey? Devasa nasıl bir bütün?

Dünya haritalarını incelerken ilk baktığım alanlar bucaksız okyanuslar oluyor benim.
Kimisi şehirlere takılır, ama benim derdim suyla.
Haritadan bile ürpertisini hissettiğim.
Tüm o içeriye açılan kumul kaya girintiler.
Ve
İçerdeki sonsuz dünya. 
Uçan büyük deniz canlıları.
Yüzmek falan değil, boşlukta süzülmek. 
Öyle bir süzülmek ki baştan aşağı uçmak.

Dünyaya bakıyorum. Sıkıştırarak bir isim vermek zorunda hissettiğimiz zaman dilimlerinden. 
Düşünsene şimdi başka bir gezegende olsan; zaman bu zaman değil, yaşın zaten hiç bu değil. 
Tüm bu izafi değerler arasında kaybolmak seni de rahatlatmıyor mu?
Yaşam senin ona yüklediğin gerçeklerin dışında kalabilecek kadar kaygan. 
Burda değil de orda olmak yeterdi bunun için.

Çöle doğru bakarken; aslında nasıl bir hiç oluşunu görüyorsun.
Gerçeklik algın nasıl yerinden oynuyor.
Ve o kadar oradasın ki tümden ayrı ve aslında içten içe bütünleşmek isteyen.
Sadece o kadar yokum ki varlık bir anlam yanılgısına düşüyor, bunu düşündüğüm anlarda.

Kendimi denizi izlerken bulduğumda hatta dünyayı, gezegenleri; ne kadar küçük olduğumu görme fikriyle büyüleniyorum.

Gezegenlere bakarkenki sonsuz uzay boşluğu. Ve yıldız kümelerindeki tüm o akış.

Evrendeki tüm o yasalar. Sanki yunan üslubuyla oyulmuş zarif heykeller kadar biçimli. 

Ve her şey dönerken insanın da kendi içindeki o muazzam dönüşü.






Kalabilmek için gitmeye ihtiyaç duyduğum anlar geliyor aklıma..