30 Aralık 2014 Salı

Kar

Hava nasıl soğuk ama nasıl. Dışarda tipi halinde kar yağıyor. Ki bilenler bilir bu tipi hali bende normalde klastrofobik bir etki yaratır, yıllar öncenin Uludağ'da mahsur kalma hissi kopup gelir sanki bir yerlerden; ama durun durun. Şimdi hiç öyle değil. Hele ki bugün yolda uzun uzun yürürken, kar taneleri minik minik yüzümü ısırırken ve ben derin derin soğuğu soluyup yaşadığımı hissederken.. Öyle mutluydum ki.

Bu sene bir kez daha anladım ki mutlu olmak için küçük şeyler yetiyor. Kahve içerken nasıl sevdiğinizi sormadan alabilen birini düşünün mesela; yıllanmış bir dostluk. Hayatta pek az şey size bu güveni verebilir.. 
Peki ya dünyada elle tutabileceğiniz hangi nesne, size, sizinle aynı acıyı yaşamış birinin ne hissettiğini anladığınız andaki o yaşanmışlığı verebilir? 

Acını anlıyorum sevgili okur, sevincini de hissediyorum..
Tam kalbimde.




25 Aralık 2014 Perşembe

Kurabiyeci kız

Bugün öyle şeker
Öyle mutlu
Öyle naif
Ve bir o kadar da sütlü bir gündü ki..

Zaten ne zaman Moda'ya gitsem içimde bir çocuk,
Bi dakika benim içimde zaten sürekli hep bir çocuk;
Neyse işte bugün o çocuk, bana döndü ve dedi ki ellerinden işte ben senin sadece ellerinden öpmek istiyorum.
Ellerime baktım da onlar da çocuktan öpmek istiyorlarmış.
öyle dediler.

İşte bu ellerim ve bu içimdeki çocuk; birlik olup neşeyle bir kahkaha attılar sonra.
Çocuk ve ellerim.
Ellerim ve çocuk.

Boya içindeler bir de.

23 Aralık 2014 Salı

Vazgeçebilmeye methiye

"Vazgeçebilmek bir erdemdir. Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini. Gençken daha zordur buna vasıl olmak. Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka. Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini. Hayat öğretir bize. Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız. Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya. Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle. 
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir. Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz. Halbuki tam tersidir bence. Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler. Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vaz-ge-çe-me-di-ğimiz için yaşıyoruz aslında. Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı. Takıntı ile tutkuyu birbirine karıştırıyoruz sürekli, oysa ne kadar farklılar. Nasıl da zıt. Gelin bu pazar bir de başka bir pencereden bakalım kendimize, ilişkilerimize ve bilhassa vazgeçemediklerimize! 

ONDA DA BİR HAYIR VAR 
Seviyoruz diyelim, birini seviyoruz, hem de ne çok, ne derin, ölesiye. O kişi de aynı şekilde aşkımıza karşılık veriyor diyelim. Ama sonra, zamanla, tavsıyor muhabbet, örseleniyor. Kazara delinmiş bir balon gibi sürekli hava kaçırıyor, küçülüyor. Giderek canlılığını yitiren bir ateş gibi sönmeye yüz tutuyor. Gün geliyor, sevdiğimiz insan bizden ayrılmak istiyor. İnanamıyoruz. Yıkılıyoruz. Kalbimizin etrafında bir yumruk, demirden zırh gibi sıkıyor, nefes alınca bile canımız yanıyor. Dayanamıyor, heyheyleniyoruz. Kabullenemiyoruz. Israrla onu elimizde tutmaya çalışıyoruz. Sinirleniyor, öfkeleniyor, hatta sözlü ya da fiziksel şiddete başvuruyoruz. Şiddetin olduğu yerde muhabbetin yeşeremeyeceğini anlayamadan. Mesele şu ki gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyor böyle terk edilmek. Öyle çünkü. İnsanız ne de olsa. Etten ve kemikten ve billur bir kalpten müteşekkil. Oysa unutmamak lazım ki nefsimize ağır gelen şeyde bizim için hayır var. 

BIRAKMAK LAZIM 
Peki ne yapmalı? Zor da olsa, bırakmak lazım. Gitmek istiyorsa sevgili, madem ki budur onun güzel gönlünün dilediği, agulu dilinin söylediği, kenara çekilip yol açmak lazım gidene. Vazgeçebilmek. Aşk ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir. Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla aşk vardır, ne dostluklar. 
Diyelim bir mesleğimiz var, uzun zamandır icra ettiğimiz bir kariyer. Ama öylesine mutsuz ediyor ki bizi, içten içe kemiriyor. Kimse bilmiyor. Göremiyor. Lakin her gün mesleğimiz bizden bir şeyler kopartıp alıyor. Etimizden et, ruhumuzdan ruh çalıyor. Gene de ısrar ediyoruz. Bırakmıyoruz kariyerimizi. Değil istifa etmek bir gün bile ayrı kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz. Başka türlü yaşayamayız, var olamayız zannediyoruz. Bu mesleğin bizi ve çevremizdekileri mutsuz ettiğini bile bile. Göz göre göre. Peki neden? Hep aynı mesele; vazgeçemiyoruz da ondan. Vazgeçmeyi bir mağlubiyet olarak algıladığımız için. 

SEVİNÇTEN ÇALANLAR... 
Diyelim ki makam sahibiyiz. Nice işler yaptık bu koltukta. Bir bürokrat, bir politikacı, bir vali ya da bir okul müdürü. Ama öyle bir an geldi, gitme vakti çattı, seziyoruz. Artık yerimizi bir başkasına bıraksak daha iyi olacak sanki. Şu veya bu sebepten ötürü. Ama olmuyor. Yediremiyoruz kendimize. Yapamıyoruz işte. Kabuğuna tutunan midye misali elimizdeki otoriteye yapışıyoruz. Neden? Hep aynı refleks. Çünkü vazgeçemiyoruz. 
Örselenmiş ilişkiler, tavsamış evlilikler, insanı içten içe kemiren meslekler, yaşama sevincimizden çalan kariyerler... Hepsine aynen doludizgin devam ediyoruz, sırf ama sırf vazgeçemediğimizden. 
Gabriel Garcia Marquez en sevdiğim ve en dikkatli okuduğum yazarlar arasında oldu her zaman. Bende derin izi var. Seneler var ki birçok romanını döne döne okurum. Romancının bir söyleşişinde söylediği bir sözü ise hiç unutmam. Nasıl yazdığını soran bir gazeteciye şu cevabı verir: “Vazgeçerek!” 
Yazarlar için en büyük sınavdır bence yazdığından vazgeçebilmek. Diyelim bir roman kaleme alıyorsunuz fakat bir yere gitmiyor. Ya da bir karakter geliştirdiniz ancak bir türlü istediğiniz gibi olmuyor. Elinizde yüzlerce sayfa var. Kıyamazsınız atmaya. Silemezsiniz kolay kolay. İnat edersiniz o yolda. Halbuki Marquez diyor ki, bazen 120 sayfa yazar, 80 sayfasından pat diye vazgeçerim. Geriye kalan o 40 sayfa, işte odur yazarı bir sonraki aşamaya taşıyacak olan tılsım. Ama o 80 sayfayı atmadan bu 40 sayfayı bulamazsınız. Ormanda yolunu kaybeden yolcu gibi dolanır durursunuz. Çemberler çize çize. Vazgeçebilmek insana netlik getirir. Zihnimizi, kalbimizi fazla eşyaların karman çorman etkisinden kurtarır. Bir berraklık kalır geride. Hüzünlü bir durgunluk. Ama bir o kadar sakin, âlimane.
Demem o ki dostlar, vazgeçebilmek lazım. Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne sebat etmek yerine, nefsimizi kendimize rehber kılmak yerine, bırakabilmek lazım. Yazamadığımız kitapları, çekemediğimiz filmleri, geliştiremediğimiz projeleri, yürütemediğimiz meslekleri ve artık bizi sevmeyen sevgilileri bırakabilmek. Vazgeçebilmek, bazen en güzeli!"


Elif Şafak

21 Aralık 2014 Pazar

Bir derin uyku

Alıştığım, bildiğim, tanıdığım birinin yanında, 
Alıştığım, bildiğim, tanıdığım bir kanepeye uzanmak ve öylece uzanmak istiyorum bugün.
Dışarının soğukluğunun içerinin sıcaklığına karışmadığı; camların buhar yaptığı sakin bir odada, güven hissiyle uyuyup kalmak öylece.
Öyle bir uyumak ki, ben uyurken gitmeyeceğini bilmek güvendiklerimin.
Öyle bir uyumak ki rüyamda atlıkarıncalar görmek. 
Hastalık yok, ustalık yok. 

Belki dışarda kar yağıyordur kim bilir..
Belki de hava ayaz..
Belki kuşlar bile üşümüştür bugün..
Ama ben küçüklüğümde olduğu gibi yanımdakilerin kendi aralarındaki o sıradan hayat konuşmalarını bir masal yapmışım, dinliyormuşum uykuya dalarken..
Çıtır pıtır ateşin usul usul sesini dinliyormuşum.
Hiç üşümüyormuşum..
O konuşmalar neşeyi tarif ediyormuş çünkü uykusunda hep konuşan bir kız için.

Uyurken kurdeleleri çözülse de, hep saçının okşandığını hissettiriyormuş..

'Gönlüm gürültüsüz, patırtısız, harfsiz, sessiz bir söz istiyor.'

Hz. Mevlana

18 Aralık 2014 Perşembe

Mum!

Ne bozulan eşya ne bozulan arkadaşlık, gidene kal demem. 
Demedim bugüne kadar, bir zararını da görmedim hatta yararlı da oldu çoğu zaman. 
Gitmek istediğimde de karışılmasın bu yüzden.
Hoş karışılsa da duymam.
Ses artık çok derinlerde çünkü yeterince uzaktayım.


Aylarca çekip gidip konuşmadığım canımdan öte dediğim dostlarım oldu bugüne kadar. Şimdi nedenini dahi hatırlamadığım belki de saçma sapan bir sebeple aylarca tek kelime etmediğim. Anlat deme anlatamam ama yüzünü dahi görmek istemediğim. 
Çünkü saçma sapan bir huyum var. Tüm iletişimi olduğu yerde bırakıp voltamı alma'ya dönüşüyorum bazen.
Yani dün öyleydi bugün böyle işte kör müsün!?

Işığın patlayışı gibi. Aniden. 
Bir daha görmek istemiyorum.
Benzinin alev alışı gibi. Çok parlak. Birdenbire. Bir şey oluyor ve bir daha az önceki gibi olmuyor.
O şeyi de oldurtan ben değilim.
Sensin.

Keskin bir jiletin hafifçe değerek kesişi gibi,
Ortadan ikiye hissetmeden ayrılan taze bir et parçası gibi,
Daha kan sızarken artık sesini dahi duymak istemeyişim.

Bu tip çekip gittiğim sonradan yine canım olabilen dostlarım
Ve hala bir daha asla görüşmeyeceğime emin olduklarım.

Çünkü bu dünyaya karşımdakinin sistem hatalarını düzeltmeye, kafasında ürettiği ütopik beklentilerini temsil etmeye ya da hayatına anlam katmaya gelmedim.

Çünkü o ip inceldiyse olduğu gibi koparıp atmak en temizi. Her zaman için.

Çünkü yolumu yaktığım gemilerin ateşiyle aydınlatıyorum diye bir söz var ya,
hah işte tam da öyle.

Çünkü sıkılmışsam bi saçmalıktan ve gitmeye gitmişsem artık; ardıma da dönüp bakmam, uğraşamadığımdan.

Çünkü insanları tek hatalarında değil de hataya dönüştüklerinde artık göresim gelmiyor. Her şeyi unutabiliyorsam unutabilene kadar.

Çünkü hiç kimse dostlukta da aşkta da zincire vurulamaz. Yaban hayvanları değiliz ki onlar dahi böyle bir şeyi haketmiyor. 

Çünkü kimse kimseye muhtaç olmamalı. Muhtaçsanız sevemezsiniz.

Çünkü insanlar istediğinde yollarını almaları için önce ayakkabılarını bi giymeliler şöyle. Gitmek isteyenin yolunu tarif etmek önemli.

Çünkü mümkünse içimi karartma, işime karışma ve beni hasta etme demek istiyorum bazen. Bana akıl verme, zaten dinlemiyorum.

Çünkü susuyorsam bir sebebi var. Susmak benim gibi biri için kolay olmasa da.

Çünkü konuşmuyorsam; ki bu susmakla aynı değil; değerli olduğunu sandığım şeylerin aslında hiç bir şey ifade etmediğini anladığımdan. Konuşmuyorsam sen buna değmiyorsundur.


Liste uzar gider.


6 Aralık 2014 Cumartesi

Hiç bir

Eskiden ilişkilerin mesafeden beslendiğini düşünürdüm.
Şimdiyse aşkı öldürebileceğini düşünüyorum.
Mesafe dediğim, yollar değil.
Mesafe dediğim, kanallar belki.

Mesafe, aşk'ı öyle bir besliyor ki; zavallı aşk midesindeki bu ağırlıkla dibe çöküyor. Boğuluyor.
İmdat!

İçiçe geçmiş ilişkileri sevmesem de hala; içiçe geçemeyince de aşk kayıyor, kayganlaşıyor.

Her şey olma; olamazsın da zaten.
Ama bunu denemezsen de; olasılık sadece hiç bir şey olmak.

Mutlucuk

Çünkü her şey olacağına varıyor. Olması gereken oluyor. Öyle yapmak istemediğiniz halde o noktaya gelebilirken, tam olarak öyle yapmak istediğiniz bir an, tam tersi olabiliyor. Çünkü kırılacaksa kırılıyor işte. Yanlış anlaşılacaksa anlaşılıyor. Doğru anlaşılacaksa da doğrulanıyor kendiliğinden.
Akacaksa damlıyor şıp şıp. 
Ah bir de sizin olan size geliyor. İçimizi temiz tutalım. Serin olmak iyidir.  Olana takılmadan, kurcalamamaktan bahsediyorum. Öyle anlaşılması gerekiyormuş demek ki'lerden..
Anlatmanın, izah etmenin ve inandırmaya çalışmanın yararsız olduğu şu tuhaf anlardan.. 

Hayatı en çok da bu anlarında seviyorum aslında. Kendisi gibi olduğunda, istediğini yaptığında, ben bu'yum dediğinde..
Nazlı bir bebek gibi kendimi kollarına bıraktığımda. Sonra gökyüzüne bakıp yağmur damlalarına gülümsediğimde.. 

Hayat sana ait olmak nasıl tatlı. Kalbinin attığını duymak böyle içten içtenn. Çok dikkatli dinlersen duyuyorsun ancak; bu sonsuz devinimin aslında neşeli bir gülücükten başka bir şey olmadığını..

Hayat, derin bir nefes kadar dolu, ılık bir su gibi kabul eden, boşluk kadar hafif ve devasa dağlar kadar hayranlık uyandırıcısın.

Sarılmak sonra birden.
Aniden sarılmak böyle.
Kucaklamaktan öte, kavranmak büyük avuçlarla.. 

Mutluluk.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Öyleymişse demek

"ne güzel şarkılar var. şimdi çok uzak zamanların, çok uzak toprakların, çok geniş caddelerin yakınındaki büyük beyaz tavanlı odada çok güzel şarkılar var. henüz yüksek ağaçlar yapraksız. eksi on dereceye varan soğuk günlerde kıpkırmızı bir kış güneşi parlıyor. erkenden çıktığım sabahlarda, biraz ötemdeki köprünün üzerinden geçerken, aşağıda sıra sıra uzayan tren yollarına bakıyorum. tren raylarını hep sevdim. tren raylarının bitiminde fabrika bacaları tütüyor. sabah sekize doğru, bacalardan tüten dumanların gerisinde kırmızı, soğuk kış güneşi doğuyor. 

doyumsuz dünyamı avucumun içine alıp sıkıyorum.
her şeye hazırım.
hastalığa.
aşka.
gitmeye.
kalmaya."

Tezer Özlü