30 Aralık 2014 Salı

Kar

Hava nasıl soğuk ama nasıl. Dışarda tipi halinde kar yağıyor. Ki bilenler bilir bu tipi hali bende normalde klastrofobik bir etki yaratır, yıllar öncenin Uludağ'da mahsur kalma hissi kopup gelir sanki bir yerlerden; ama durun durun. Şimdi hiç öyle değil. Hele ki bugün yolda uzun uzun yürürken, kar taneleri minik minik yüzümü ısırırken ve ben derin derin soğuğu soluyup yaşadığımı hissederken.. Öyle mutluydum ki.

Bu sene bir kez daha anladım ki mutlu olmak için küçük şeyler yetiyor. Kahve içerken nasıl sevdiğinizi sormadan alabilen birini düşünün mesela; yıllanmış bir dostluk. Hayatta pek az şey size bu güveni verebilir.. 
Peki ya dünyada elle tutabileceğiniz hangi nesne, size, sizinle aynı acıyı yaşamış birinin ne hissettiğini anladığınız andaki o yaşanmışlığı verebilir? 

Acını anlıyorum sevgili okur, sevincini de hissediyorum..
Tam kalbimde.




25 Aralık 2014 Perşembe

Kurabiyeci kız

Bugün öyle şeker
Öyle mutlu
Öyle naif
Ve bir o kadar da sütlü bir gündü ki..

Zaten ne zaman Moda'ya gitsem içimde bir çocuk,
Bi dakika benim içimde zaten sürekli hep bir çocuk;
Neyse işte bugün o çocuk, bana döndü ve dedi ki ellerinden işte ben senin sadece ellerinden öpmek istiyorum.
Ellerime baktım da onlar da çocuktan öpmek istiyorlarmış.
öyle dediler.

İşte bu ellerim ve bu içimdeki çocuk; birlik olup neşeyle bir kahkaha attılar sonra.
Çocuk ve ellerim.
Ellerim ve çocuk.

Boya içindeler bir de.

23 Aralık 2014 Salı

Vazgeçebilmeye methiye

"Vazgeçebilmek bir erdemdir. Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini. Gençken daha zordur buna vasıl olmak. Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka. Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini. Hayat öğretir bize. Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız. Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya. Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle. 
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir. Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz. Halbuki tam tersidir bence. Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler. Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vaz-ge-çe-me-di-ğimiz için yaşıyoruz aslında. Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı. Takıntı ile tutkuyu birbirine karıştırıyoruz sürekli, oysa ne kadar farklılar. Nasıl da zıt. Gelin bu pazar bir de başka bir pencereden bakalım kendimize, ilişkilerimize ve bilhassa vazgeçemediklerimize! 

ONDA DA BİR HAYIR VAR 
Seviyoruz diyelim, birini seviyoruz, hem de ne çok, ne derin, ölesiye. O kişi de aynı şekilde aşkımıza karşılık veriyor diyelim. Ama sonra, zamanla, tavsıyor muhabbet, örseleniyor. Kazara delinmiş bir balon gibi sürekli hava kaçırıyor, küçülüyor. Giderek canlılığını yitiren bir ateş gibi sönmeye yüz tutuyor. Gün geliyor, sevdiğimiz insan bizden ayrılmak istiyor. İnanamıyoruz. Yıkılıyoruz. Kalbimizin etrafında bir yumruk, demirden zırh gibi sıkıyor, nefes alınca bile canımız yanıyor. Dayanamıyor, heyheyleniyoruz. Kabullenemiyoruz. Israrla onu elimizde tutmaya çalışıyoruz. Sinirleniyor, öfkeleniyor, hatta sözlü ya da fiziksel şiddete başvuruyoruz. Şiddetin olduğu yerde muhabbetin yeşeremeyeceğini anlayamadan. Mesele şu ki gururumuza dokunuyor, nefsimize ağır geliyor böyle terk edilmek. Öyle çünkü. İnsanız ne de olsa. Etten ve kemikten ve billur bir kalpten müteşekkil. Oysa unutmamak lazım ki nefsimize ağır gelen şeyde bizim için hayır var. 

BIRAKMAK LAZIM 
Peki ne yapmalı? Zor da olsa, bırakmak lazım. Gitmek istiyorsa sevgili, madem ki budur onun güzel gönlünün dilediği, agulu dilinin söylediği, kenara çekilip yol açmak lazım gidene. Vazgeçebilmek. Aşk ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir. Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla aşk vardır, ne dostluklar. 
Diyelim bir mesleğimiz var, uzun zamandır icra ettiğimiz bir kariyer. Ama öylesine mutsuz ediyor ki bizi, içten içe kemiriyor. Kimse bilmiyor. Göremiyor. Lakin her gün mesleğimiz bizden bir şeyler kopartıp alıyor. Etimizden et, ruhumuzdan ruh çalıyor. Gene de ısrar ediyoruz. Bırakmıyoruz kariyerimizi. Değil istifa etmek bir gün bile ayrı kalmayı aklımızın ucundan dahi geçirmiyoruz. Başka türlü yaşayamayız, var olamayız zannediyoruz. Bu mesleğin bizi ve çevremizdekileri mutsuz ettiğini bile bile. Göz göre göre. Peki neden? Hep aynı mesele; vazgeçemiyoruz da ondan. Vazgeçmeyi bir mağlubiyet olarak algıladığımız için. 

SEVİNÇTEN ÇALANLAR... 
Diyelim ki makam sahibiyiz. Nice işler yaptık bu koltukta. Bir bürokrat, bir politikacı, bir vali ya da bir okul müdürü. Ama öyle bir an geldi, gitme vakti çattı, seziyoruz. Artık yerimizi bir başkasına bıraksak daha iyi olacak sanki. Şu veya bu sebepten ötürü. Ama olmuyor. Yediremiyoruz kendimize. Yapamıyoruz işte. Kabuğuna tutunan midye misali elimizdeki otoriteye yapışıyoruz. Neden? Hep aynı refleks. Çünkü vazgeçemiyoruz. 
Örselenmiş ilişkiler, tavsamış evlilikler, insanı içten içe kemiren meslekler, yaşama sevincimizden çalan kariyerler... Hepsine aynen doludizgin devam ediyoruz, sırf ama sırf vazgeçemediğimizden. 
Gabriel Garcia Marquez en sevdiğim ve en dikkatli okuduğum yazarlar arasında oldu her zaman. Bende derin izi var. Seneler var ki birçok romanını döne döne okurum. Romancının bir söyleşişinde söylediği bir sözü ise hiç unutmam. Nasıl yazdığını soran bir gazeteciye şu cevabı verir: “Vazgeçerek!” 
Yazarlar için en büyük sınavdır bence yazdığından vazgeçebilmek. Diyelim bir roman kaleme alıyorsunuz fakat bir yere gitmiyor. Ya da bir karakter geliştirdiniz ancak bir türlü istediğiniz gibi olmuyor. Elinizde yüzlerce sayfa var. Kıyamazsınız atmaya. Silemezsiniz kolay kolay. İnat edersiniz o yolda. Halbuki Marquez diyor ki, bazen 120 sayfa yazar, 80 sayfasından pat diye vazgeçerim. Geriye kalan o 40 sayfa, işte odur yazarı bir sonraki aşamaya taşıyacak olan tılsım. Ama o 80 sayfayı atmadan bu 40 sayfayı bulamazsınız. Ormanda yolunu kaybeden yolcu gibi dolanır durursunuz. Çemberler çize çize. Vazgeçebilmek insana netlik getirir. Zihnimizi, kalbimizi fazla eşyaların karman çorman etkisinden kurtarır. Bir berraklık kalır geride. Hüzünlü bir durgunluk. Ama bir o kadar sakin, âlimane.
Demem o ki dostlar, vazgeçebilmek lazım. Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne sebat etmek yerine, nefsimizi kendimize rehber kılmak yerine, bırakabilmek lazım. Yazamadığımız kitapları, çekemediğimiz filmleri, geliştiremediğimiz projeleri, yürütemediğimiz meslekleri ve artık bizi sevmeyen sevgilileri bırakabilmek. Vazgeçebilmek, bazen en güzeli!"


Elif Şafak

21 Aralık 2014 Pazar

Bir derin uyku

Alıştığım, bildiğim, tanıdığım birinin yanında, 
Alıştığım, bildiğim, tanıdığım bir kanepeye uzanmak ve öylece uzanmak istiyorum bugün.
Dışarının soğukluğunun içerinin sıcaklığına karışmadığı; camların buhar yaptığı sakin bir odada, güven hissiyle uyuyup kalmak öylece.
Öyle bir uyumak ki, ben uyurken gitmeyeceğini bilmek güvendiklerimin.
Öyle bir uyumak ki rüyamda atlıkarıncalar görmek. 
Hastalık yok, ustalık yok. 

Belki dışarda kar yağıyordur kim bilir..
Belki de hava ayaz..
Belki kuşlar bile üşümüştür bugün..
Ama ben küçüklüğümde olduğu gibi yanımdakilerin kendi aralarındaki o sıradan hayat konuşmalarını bir masal yapmışım, dinliyormuşum uykuya dalarken..
Çıtır pıtır ateşin usul usul sesini dinliyormuşum.
Hiç üşümüyormuşum..
O konuşmalar neşeyi tarif ediyormuş çünkü uykusunda hep konuşan bir kız için.

Uyurken kurdeleleri çözülse de, hep saçının okşandığını hissettiriyormuş..

'Gönlüm gürültüsüz, patırtısız, harfsiz, sessiz bir söz istiyor.'

Hz. Mevlana

18 Aralık 2014 Perşembe

Mum!

Ne bozulan eşya ne bozulan arkadaşlık, gidene kal demem. 
Demedim bugüne kadar, bir zararını da görmedim hatta yararlı da oldu çoğu zaman. 
Gitmek istediğimde de karışılmasın bu yüzden.
Hoş karışılsa da duymam.
Ses artık çok derinlerde çünkü yeterince uzaktayım.


Aylarca çekip gidip konuşmadığım canımdan öte dediğim dostlarım oldu bugüne kadar. Şimdi nedenini dahi hatırlamadığım belki de saçma sapan bir sebeple aylarca tek kelime etmediğim. Anlat deme anlatamam ama yüzünü dahi görmek istemediğim. 
Çünkü saçma sapan bir huyum var. Tüm iletişimi olduğu yerde bırakıp voltamı alma'ya dönüşüyorum bazen.
Yani dün öyleydi bugün böyle işte kör müsün!?

Işığın patlayışı gibi. Aniden. 
Bir daha görmek istemiyorum.
Benzinin alev alışı gibi. Çok parlak. Birdenbire. Bir şey oluyor ve bir daha az önceki gibi olmuyor.
O şeyi de oldurtan ben değilim.
Sensin.

Keskin bir jiletin hafifçe değerek kesişi gibi,
Ortadan ikiye hissetmeden ayrılan taze bir et parçası gibi,
Daha kan sızarken artık sesini dahi duymak istemeyişim.

Bu tip çekip gittiğim sonradan yine canım olabilen dostlarım
Ve hala bir daha asla görüşmeyeceğime emin olduklarım.

Çünkü bu dünyaya karşımdakinin sistem hatalarını düzeltmeye, kafasında ürettiği ütopik beklentilerini temsil etmeye ya da hayatına anlam katmaya gelmedim.

Çünkü o ip inceldiyse olduğu gibi koparıp atmak en temizi. Her zaman için.

Çünkü yolumu yaktığım gemilerin ateşiyle aydınlatıyorum diye bir söz var ya,
hah işte tam da öyle.

Çünkü sıkılmışsam bi saçmalıktan ve gitmeye gitmişsem artık; ardıma da dönüp bakmam, uğraşamadığımdan.

Çünkü insanları tek hatalarında değil de hataya dönüştüklerinde artık göresim gelmiyor. Her şeyi unutabiliyorsam unutabilene kadar.

Çünkü hiç kimse dostlukta da aşkta da zincire vurulamaz. Yaban hayvanları değiliz ki onlar dahi böyle bir şeyi haketmiyor. 

Çünkü kimse kimseye muhtaç olmamalı. Muhtaçsanız sevemezsiniz.

Çünkü insanlar istediğinde yollarını almaları için önce ayakkabılarını bi giymeliler şöyle. Gitmek isteyenin yolunu tarif etmek önemli.

Çünkü mümkünse içimi karartma, işime karışma ve beni hasta etme demek istiyorum bazen. Bana akıl verme, zaten dinlemiyorum.

Çünkü susuyorsam bir sebebi var. Susmak benim gibi biri için kolay olmasa da.

Çünkü konuşmuyorsam; ki bu susmakla aynı değil; değerli olduğunu sandığım şeylerin aslında hiç bir şey ifade etmediğini anladığımdan. Konuşmuyorsam sen buna değmiyorsundur.


Liste uzar gider.


6 Aralık 2014 Cumartesi

Hiç bir

Eskiden ilişkilerin mesafeden beslendiğini düşünürdüm.
Şimdiyse aşkı öldürebileceğini düşünüyorum.
Mesafe dediğim, yollar değil.
Mesafe dediğim, kanallar belki.

Mesafe, aşk'ı öyle bir besliyor ki; zavallı aşk midesindeki bu ağırlıkla dibe çöküyor. Boğuluyor.
İmdat!

İçiçe geçmiş ilişkileri sevmesem de hala; içiçe geçemeyince de aşk kayıyor, kayganlaşıyor.

Her şey olma; olamazsın da zaten.
Ama bunu denemezsen de; olasılık sadece hiç bir şey olmak.

Mutlucuk

Çünkü her şey olacağına varıyor. Olması gereken oluyor. Öyle yapmak istemediğiniz halde o noktaya gelebilirken, tam olarak öyle yapmak istediğiniz bir an, tam tersi olabiliyor. Çünkü kırılacaksa kırılıyor işte. Yanlış anlaşılacaksa anlaşılıyor. Doğru anlaşılacaksa da doğrulanıyor kendiliğinden.
Akacaksa damlıyor şıp şıp. 
Ah bir de sizin olan size geliyor. İçimizi temiz tutalım. Serin olmak iyidir.  Olana takılmadan, kurcalamamaktan bahsediyorum. Öyle anlaşılması gerekiyormuş demek ki'lerden..
Anlatmanın, izah etmenin ve inandırmaya çalışmanın yararsız olduğu şu tuhaf anlardan.. 

Hayatı en çok da bu anlarında seviyorum aslında. Kendisi gibi olduğunda, istediğini yaptığında, ben bu'yum dediğinde..
Nazlı bir bebek gibi kendimi kollarına bıraktığımda. Sonra gökyüzüne bakıp yağmur damlalarına gülümsediğimde.. 

Hayat sana ait olmak nasıl tatlı. Kalbinin attığını duymak böyle içten içtenn. Çok dikkatli dinlersen duyuyorsun ancak; bu sonsuz devinimin aslında neşeli bir gülücükten başka bir şey olmadığını..

Hayat, derin bir nefes kadar dolu, ılık bir su gibi kabul eden, boşluk kadar hafif ve devasa dağlar kadar hayranlık uyandırıcısın.

Sarılmak sonra birden.
Aniden sarılmak böyle.
Kucaklamaktan öte, kavranmak büyük avuçlarla.. 

Mutluluk.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Öyleymişse demek

"ne güzel şarkılar var. şimdi çok uzak zamanların, çok uzak toprakların, çok geniş caddelerin yakınındaki büyük beyaz tavanlı odada çok güzel şarkılar var. henüz yüksek ağaçlar yapraksız. eksi on dereceye varan soğuk günlerde kıpkırmızı bir kış güneşi parlıyor. erkenden çıktığım sabahlarda, biraz ötemdeki köprünün üzerinden geçerken, aşağıda sıra sıra uzayan tren yollarına bakıyorum. tren raylarını hep sevdim. tren raylarının bitiminde fabrika bacaları tütüyor. sabah sekize doğru, bacalardan tüten dumanların gerisinde kırmızı, soğuk kış güneşi doğuyor. 

doyumsuz dünyamı avucumun içine alıp sıkıyorum.
her şeye hazırım.
hastalığa.
aşka.
gitmeye.
kalmaya."

Tezer Özlü

29 Kasım 2014 Cumartesi

Bir polar battaniye

Bugün telefonda, yine hiç susmayacakmışım gibi bıdır bıdır bıdır
konuşurken bambaşka konularda; kendime ait bir ışık yandı içimde. Kendime ait ve çok içimde hissettiğim bir minik soru lambası. 
Kendimi tanımlarken rahatlıkla söylediğim bu şeyi kendime sordum telefonu kapatınca; kendimi dinlemeye çalıştım bu soru karşısında uzun uzun..
Tüm bu çabuk sıkılan, sıkılınca bırakan uyuz karakterime rağmen yıllardır süren, kemikleşmiş, çok sağlam ilişkilerimin olması neyle ilgili olabilir diye? 
Dostlarımı kendimden bir parçaymış gibi hissedebilmelerimi açıklayan ne?
Çok sevmem ve hep orada kalmaktan mutlu olmam..
Onlara karşı olan içindeki bu tarif edilemez kopmaz ip, bu kardeşimmiş gibi hissedene kadar çok sevmelerim falan.. 

Sanırım insanlarımı bir kere sevince; tam anlamıyla, her şeyleriyle sevdiğimden. İyi ya da kötü olabileceklerini bilerek, onların insan olduklarını anlayarak, onları mutsuz zamanlarında çok öperek, sonra mutlu oldukları zamanlarda ise kahkahalarına eşlik ederek sevmelerimden..
Buluştuğumuz anda kocaman sevinmelerimden, eve dönerken sarıldığımda tüm kalbimle öptüğümden, konuşmak istemediğimdeyse hiç bir yapmacıklık barındırmayacak kadar orada olmayışımdan.. Acılarını şifa dualarıyla, mutluluklarını nazar dualarıyla korumak istediğimden. Öksürdüklerinde bir anne gibi ıhlamur kaynatmak isteyişimden ve  mideleri bulandığındaysa korkak bir çocuk gibi ortadan toz olmalarımdan.. Sonra fikirlerini sormadığım halde anlattıklarında dinlemeyişimden, sorduğumda ve anlatmadıklarında zorla anlattırışlarımdan falan bahsettim kendime. 
Uzun uzun sevdim dostlarımla ilgili hissettiğim bu cümlelerimi ve daha yazamadığım tonlarca kütleyi.

Kurduğumuz bu tür sağlam köprüler, ulaşılması zor alanlarımıza yürümemizi sağlıyor bana kalırsa. 
Varoluşsal yalnızlığımıza teddy bear oluyor. Gardrobun tepesinden bize bakan o yaşlı oyuncak ayının güvenini veriyor. Hani neresi ne zaman yırtılmış bilirsiniz, yırtılmış dikilmiş ve hala orada duruyor. 

Tarifsiz bir güven duygusu. 
Tarifsiz bir şekerlik.

Çok yumuşak; bir polar battaniye..





23 Kasım 2014 Pazar

Sığ

Öyle anlar oluyor ki beynimin sınırlı kapasitesi karşısında çaresiz kalıyorum. 
Yani öyle sınırlı ki kendinin farkında, yapabilecekleri de muhtemel fakat felçli bir hasta gibi yetisi yok. Kapasitesi bu. İnsan beyninin muazzam yapısı ve onu kullanamamasındaki korkunç hüzün. 
Belki en çok da meditasyon yaparken, tüm şalterleri kapattığınızda farkedebilirsiniz bunu. Yapabilecekleriniz ve "yapabilecekleriniz" arasında resmen uçurumlar var. 
Belki de yüzyıllar sonrasından bugünlere baktığımızda acınası haldeyiz. Belki gerçek insanın henüz evrimini tamamlayamamış prototipleriyiz henüz.
Zamanın ve mekanın olmadığı bu evrende, beynimiz de bunu içten içe hissederken; onu bir şekilde bir sıralama, zamanlılaştırma, mekana bağlı kılma gibi heveslerle programlıyoruz. O ise bize içten içe gülüyor, 'her şeyin farkındayım ama işte sana anlatamıyorum!' diyor sanki. 
Anlayacağınız kullanmadığımız, kullanamadığımız o yüzde 90'lık alana takığım ben.
İçsel bir şekilde hissetsem de izah edemediğim dünya enerjisine takığım.
Uzayı anlamak isterken, dünyaya yetememeye..
Sonsuz bilgi karşısındaki sığlığıma takığım.
Öyle ki hiç uyumasam, hiç durmadan öğrenebilsem ki sanki bu da mümkünmüş gibi, yine de yetmeyecekmiş hissine takığım. 
Bu sınırlılığımız, bu çaresizliğimiz. Sayılar, denklemler, teoriler karşısında onlarca kere okumak zorunda oluşumuza; ki sonunda yine de anlayamama ihtimalimize takığım. Oysa sadece baktığımız anda emebilsek bile tüm veriyi yine de yeterli olmazdı gözümde.
Bilmem anlatabiliyor muyum ve eğer anlatabiliyorsam deliden başka bir şey canlanıyor mu gözünüzde?
Aynı anda başlayıp bitirmek ve yönetmek istediğim dünya.
Aynı anda okuyup anlayıp ve yutmak istediğim dünya.
Aynı anda çözmek insanın şifrelerini ve insanı bir yandan da çeşitli psikiyatrik süreçlerle birbirinden farklılaştıran dünya.
Tüm bu bilgi karşısında diz çökmek. Hissettiğim tam anlamıyla bu.
Tüm sığlığımla, ne kadar kucaklarsam kucaklayayım tamamını saramayacağımı bilmek; tüm bildiğim.
Bu enginliğe boyun eğmek.

Anla işte zaman ve mekan yok.
Anla işte bir gün 24 saat.
Belki de zaten hepsi bu kadardır..

31 Ekim 2014 Cuma

Kışlık masal

Anlaşılan o ki kopkoyu Kayahan şarkıları eşliğinde yağmuru izleyeceğimiz bir kış bekliyor bizi.
Yine beremi takınca kutu bebeklerine benzediğimi duyacağım şundan bundan ve içten içe hıh diye gülümseyeceğim.
Kış işte. 
Erkenden hava kararırken ya da gündüz zaten hiç aydınlanmamış; sımsıcak tutsun diye o yünlü hırkalarıma daha bir sarıldığım.
Ve sonra içimi kaplayan hüzünle camı açıp derin bir nefes aldığım.
Köpeğimin koşup geldiği; ki ne kadar ihmal edersen et yine de koşar sarılır. Bana öyle geliyor ki karşılıksız koşulsuz sevgi de bundan başka türlü olamaz zaten.
Koşulsuz sevgi, insanlıkta aradığım tek şey.
Sonra şömine çıtırtılarını dinleyeceğimiz bir kış işte.
Karlar yağacak geceden ve sabah uyanınca hem ürperecek hem mutlu olacağız. 
Dudağımın kenarındaki buruk gülümsemeyi kocaman bir kahkahaya çevirecek olan günler.
İçimi titreten, burnumun ucunu donduran, gözlerimin içi bile üşüyebiliyormuş şaka gibiyim dedirten kış.
Öyle karanlık ve öyle de sıcak. 
Beyazın ruhsuzluğunun her yanı kapladığı kış.
Rüzgarın uğultusunu kalın camların ardından dahi duyulabildiğimiz kış.
Bebek'te bu kuşlar suya daldıkça üşümüyorlar mı diye düşünüp kendime güldüğüm, her defasında o tuhaf tüy yapısını incelemek isterken kahvemi bitirdiğim kış.
Sonra koşarak sığınmak evime.
Koşarak ısınmak.
Isınmak işte. 
Ağlayacak bir şey yok bunda.
Kayahan işte.

30 Ekim 2014 Perşembe

Üşüdüm ama çok

Yazmak istediğim o kadar çok şey ve 2 dakika oturmaya bile kalmayan vaktim.
Son zamanlar.
Ama özledim!
Ve hayır americano değil bu aralar favorim pumpkin spice. 
Ah nedense bi de sıcak çikolata. 
Of sıcak çikolata. Bi sevip bi sevmiyorum. 
Uykum da var.
Ve çok bebek pembesi.
Sahlepli frosting. Neli olursa olsun ıyy frosting!
Bi de sushi sevmeye doğru yol alıyorum şu son zamanlar.
Sushi mi!? 
Yok artık.

19 Ekim 2014 Pazar

Hey kaptan

Değişen fikirlerim ve istemekten vazgeçtiğim onca şeyin arasında, hiç vazgeçemediğim tek bir şey var ki o da ülkemin tüm illerini teker teker gezmek isteyişim.
Hepsini, ayırtetmeksizin.. Böyle çok sıcaklarını, en soğuklarını, kupkuraklarını hepsini. Lezzetli lezzetsiz tüm yemeklerini deneyerek. Yokuşlu, yokuşsuz tüm yollarında yürüyerek. Tanıdık tanımadık tüm kapılarını çalarak. Kucağımda her zamanki gibi fotoğraf makinem; ki kendisi bi savaş muhabirininki kadar darbe almıştır ne yazık ki benim gibi umarsız bi ablası olduğu için. 
Ardından da yabancı ülkelere dair kimsenin gitmek istemediği, üstelik ne kadar çok gitmek istediğimi söylediğimde de kısa bi şaşkınlık yaşadıkları bir kaç bölgem var. 

İçimdeki yeni yerler keşfetmeye, yeni şeyler öğrenmeye ve yeni olan her şeyi deneyip illa kendi fikrime sahip olmaya dair bu hisle sonum ne olacak inanın ben de çok merak ediyorum. 
Ama elimde değil. 

Belki de şehirlerarası otobüs şoförü falan olmalıydım bu kafayla. Ardından da açık deniz kaptanı! Kocaman bi göbeğim olurdu belki ve dudağımın kenarına yapışmış bi gülümseme. Yanımda da bıdır bıdır hiç susmadan konuşmamı dinleyebilecek sabırlı bi muavin! Uzun süre, uzun süre boyunca konuşmazsam zehirlenirim çünkü. 

Hiç görmediğim tüm o şehirleri, o sıcakkanlı insanları, o yarım dolmuş bardaklı kasaba kahvelerini, içeriği aynı olsa da ismi dilden dile şehirden şehire değişmiş o yemekleri, o ilmekleri, örtüleri, tüm töreleri ve adetleri, yollarda okunan o koruyucu duaları, sonra haritaları o navigasyondaki kadının yorulmayan sesini, cama yapışan tüm o şeyleri..

Benim sevdiğim gibi sev, ben yanındaymışım gibi kucakla sevgili okur. Çünkü aslında şu anda orada olamasam da, olduğum ve olacak olduğum halimle tam da yanındayım senin. 

"Hayatımızın bir haritası varsa şayet, yollarda değil, yol ayrımlarında çizilmekte, iki şey arasında tercih yaptığımız o kısa, kısacık anlarda."
Elif Şafak

Cii

Güvendikleriniz yıkılabilir, yıkılsın.
O böyle değilmiş, olmasın,
Şurası yanlışmış, iyice bozulsun,
Öyle olmamış, dağılsın.

Dağılsın ya dağılsın, bırak.
Bir şey senin tutmayışınla dağılacaksa; özellikle! lütfen! nolur! dağılsın zaten.

Hayatımı uçma fiiline yakın hissedişim işte bu yüzden. Her şey bi uçsun, uçuşsun, öyle hissettin mi böyle düşündün mü'lerin etrafındayım. Sürekli bi özgür hissetme takıntısı falan. 

Çünkü canımıniçi,
Kendi ellerinle uçmasına izin verdiklerin, hayatından gittiklerin, uzağında beklediklerin dönüp yanına konuyorsa uzaktalarken bile seninleler zaten.
Ama yok eğer kaçıp kurtulmuş gibi en uzağa gitmenin peşine düşmüşlerse de; zaten yanındayken bile aslında yoklar.

İşte benim düşüncem, 
bakışım, 
gördüğüm.

İnsan


...

Neşeyle yaptıklarımdan geçtim
Kederle durulan yere geldim,
İnce uzun bir öfkenin sessiz ipiyle
Günün saf ışığının altına çömeldim.

...

Yenildim ben, unutuldum ve üzgün
değilim inan.
Büyüktü çünkü onların dünya arzusu
Benim otların sesiyle kaplı kalbimden
Söktüm atımı söğüdün gölgesinden
Şimdi yol benim yeniden.

...

Bir cümledir insan
arşla ferş arasında ve hep haklı
Vardım işte demek için
ömür denen cisimde saklı.

Birhan Keskin

16 Ekim 2014 Perşembe

Kırmızı biber

Nasıl özledim.
Herhangi bir şeyim orda kalmış gibi; tuhaf bi duyguyla Urfa'ya gitmek istiyorum. 
Gitmek ve en başından yeniden büyülenmek. 
Balık beslemek falan.

Nun

Dünyadaki tek zenginlik, kendi hiçliğini idrak etmektir.

Cemal Nur Sargut 
/Mesnevi derslerinden

14 Ekim 2014 Salı

Sil baştan

Bazen öyle bir an geliyor ki,
Şebnem Ferah'ın o 'Sil Baştan' şarkısını dışardaki bir sevgiliye değil de; kendisine, ama tam anlamıyla, tüm kalbiyle kendisine yazdığını anlıyorsunuz.
Benim favorim Kibariye oldu aslında Eylül başında bi jenerikte duyduğumdan beri. Başka bildiğim bir şarkısı düşününce bile aklıma gelmiyor ama bu şarkıyı çok içten söylemiş. Durun, hemen öyle küçümsemeyin, müziği öyle kutu kutu kalıplara sokmayın. Önce deneyin. Benim fikrimce. 

Bu şarkı insanın en çok şefkat göstermesi gereken biricik sevgilisinin aslında kendisi olduğunu hissettiriyor bana. 

Bu sevgilinin odası biraz dağılmış ama sanki yazarken..

Her şey dağıldığında, zihninize eğilip teker teker toplamak iyi gelecektir elbette. Döküntü ortada kalmamalı değil mi? Ama daha da önemlisi; o dağınık odada kendinizi bulabilmek bence. Bulmak ve kendi elinizden sıkıca tutmak. Oyuncak vitrinine bakan kızını bulan bir anne gibi içiniz ferahlıyor böyle olunca. Oh çok şükür buradaymış! 


Önce kendinizi sevin. Bencilce değil; saflıkla, taze bir anne sevgisiyle.
Gerçekten. Ben bu kelimeyi bir yemin sanırdım küçükken. Gerçekten.
Kendinize gülümseyin. 
Kendi kendinizin yanında olun. Çünkü siz orda olmadıkça kim gelirse gelsin bir yan hep eksik kalacaktır.

Biliyorum,
Öyle bir an geliyor ki iyi misin diyecekken silip atıyorsunuz, 
Bayram mı kutlasam yok kutlamıım hatta komple gideyim bu diyardan diyebiliyorsunuz birdenbire hiç hesapta yokken. 
Gideyim ve yoluma bakayım.
Çünkü işte hayatı sıfırlamak,
Sıfırlamak işte.

Altüst etmek! gerekirse.
Hayatın altının üstünden daha iyi olabileceği gerçeği. 
Şems falan..
Yüzyıllar öncesi falan.
Aydınlanmak falan. Işık!




"Bir noktadan sonra, geri dönüş yoktur ve bu noktaya da erişmek gerekir."
Kafka





Hüseyni

Hüseynî bir makam büyüyor içimde
hem çocuğum bu ayrılıkta ben hem anne
birini ötekine yitirdiğim ikiziyim kendimin
ve geçmiş serin bir ülkedir içimde.

Aktım eridiğim yerden ve zamandan
bilmiyorum nerde soğudum,
dondum nerde.

Birhan Keskin
-Kim Bağışlayacak Beni-

9 Ekim 2014 Perşembe

Su

"Bu yüzdendir gidişimi ve terk edişimi aşkı bilenler anlar. Çünkü yollarda onun aşkı var."

Gerçek aşk'a dair bu cümleler çok hoşuma gitti geçen gün; konuyla alakasıysa hem var hem de hiç yok.


Diyorlar ki söylenen ve söylenmemiş tüm sözcükler uzayda bir yerlerde uçuşur dururmuş. Düşününce kelimelerim neşeyle yüzüyor bi yerlerde diyorum ve seviniyorum buna. Zamandan ve mekandan bağımsızca, bana aitken bana bile ait değillermiş gibi. Gün gelip yıldızların oralardan buraya baktıklarında görüp görecekleri şeyse geçmiş olacak yalnızca.

Ve düşünüyorum da mutluluk ve mutlu anlara dair her şey bir yerlerde hala sürüyor bu yüzden. 




6 Ekim 2014 Pazartesi

Uçmak varken yürümek niye

"Bir zamanlar umutsuzca aydınlanmayı isteyen bir keşiş yaşardı. Ustasının yanına çıktı ve dedi. “Usta, aydınlanmak için ne yapmam gerekiyor? Her şeyi yapmaya razıyım!”
Usta, “Bu kolay! Yapman gereken tek şey vadiden aşağıya nehre gitmek. Nehir boyunca, binlerce taş olduğunu göreceksin. Onların hepsi de soğuk, biri hariç – taşlardan biri sıcak. Eğer bana sıcak taşı getirirsen, aydınlanacaksın,” dedi.

Keşiş çok zeki bir adamdı, aynı taşı iki kez seçmemek için, bir taşı eline alıp onu hissetmeye ve o soğuk olduğu takdirde, onu nehre atmaya karar verdi. Ve bunu uyguladı. Bir taş aldı, soğuk olduğunu hisseti ve nehre attı. Sonra bir diğer taşı eline aldı ve soğuk olduğunu hissetti, böylece onu da nehre attı. Bir kez daha, bir taş aldı, soğuk olduğunu hissetti ve nehre attı.

Keşiş, bunu gün boyunca her gün, otuz yol boyunca yaptı.
Bir gün bir taşı eline alana dek…
Onu hissetti…
Sıcaktı’
Ve sadece alışkanlıktan ötürü onu da nehre attı."

Isha

4 Ekim 2014 Cumartesi

Sadece Sen

Sadece sen filmini izledim geçen gün.
Gözleri görmeyen bir kızın hikayesi. Belçim Bilgin her zamanki gibi harika. Gerçi film yeni değil, izlemişsinizdir muhtemelen. 
Esas kızın gözleri kör ama esas oğlanın da kalbi. Zorlama dramatikleştirmeleri sevmem ama bu filmde öyle hissetmedim.

Tanışıyorlar, zaman geçiyor birbirlerine alışıyorlar. Kızın gözlerinin açılma ihtimali de var. Para gerek. Para için kirli yollara sapılması gerek falan. Biraz yeşilçam. Bu yüzden mi çok sevdim nedir.

Kız hayattaki her şeyden çok, görmeyi istiyor; birdenbire en yakın arkadaşı olan bu adamın yüzünü. 
Görebilmekten çok görmeyi istiyor yani. Her şeyi görebilmek değil, bir şeyi görmek yetecek. 
İnsan olmanın bu saf ve yalın halini aşkla karıştırıyorlar.

Neyse, zaten filmde işler karışık. İşler hiç kızın sandığı gibi değil. Başında da sonunda da.
Bilmiyor ki en çok istediği şey aslında onu asla istemediği bir noktaya götürecek.
En çok istediği şey olan Ali'nin yüzü, onu Ali'nin kendisinden bile koparıp alacak.
Görebilecek ama göremeyecek. Hatta üstüne üstlük artık duyamayacak da. 
Yani görecek, duyacak evet ama o'nun dışındaki her şeyi. 

Enteresan. Hayatta bazen çok istediğimiz şeylere geri dönüp bakınca; keşke o kadar istemeseymişim ve hiç olmasaymış diyebiliyoruz. 

Filmin adı bu yüzden sadece sen. Tam anlamıyla cuk oturmuş.
Sadece sen'i görmek isterken; sadece sen'i bir daha asla duyamayacakmışım bir de meğerse; diyor çünkü. 
Görmeseydim ama gitmeseydin. Bir minik kaplumbağa ve kocaman bir hiç.

Adam kızın yeni bir hayat kuracağından emin ve tam da o gün gitmek zorunda. Kız zorundalık falan bilmiyor, anlam veremiyor. İstenmediğine emin oluyor. 

Yeni hayatıyla başbaşa. Mutlu mutlu da yaşıyor.
Fakat işte şu en yakın arkadaş meselesi. Bu his. Belçim Bilgin bu yavan, bu tatsız, bu samansı mutluluğu çok iyi anlatmış bence. İstenilmedikten sonra ortada kalan o 'yine de' mutlu hayatı. 

Filmin sonu istediğim gibi bitmedi. 

Ama sanırım şu replik hep aklımda kalacak:
Bi yerde, 'soru sormadan ne yediğini görebiliyorum' diyor adam kıza. Kız yediklerini görmeyerek üzerine döktüğü için.
Kız da, 'saklayamıyorum bazı şeyleri' diyor, cevap olarak.


İşte şarkı, işte fragman:


3 Ekim 2014 Cuma

Nefs

Önce nefsimizi kesebilelim. Kurban etmenin gerçek manasını anlayarak; en sevdiğimizden vazgeçebiliyor muyuz? Küsmek, kendimizi kanıtlamak, hırsla her şeyi elde edebileceğimizi sanmak yerine başımıza gelen kötü şeyleri de sevip kabul ediyor muyuz; ona bakalım. Kurbanın etleri ve kanı değil, özündeki samimi teslimiyettir Allah'a ulaşan. 

İyi bayramlar dilerim.

30 Eylül 2014 Salı

Again and again

"We've discovered that Leonardo is always changing his mind. This is someone who hesitates - he erases things, he adds things, he changes his mind again and again."

Şunu da denesem sonra bunu da. Bunu eklesem; onu silsem. Öbürünü koysam nasıl olurdu. En iyisi başa döneyim. Ama artık şimdi öyle de olmaz.

Kişiliği böyle olanlar bilirler ki bi şeyi çok iyi yapmak da sıkıntı; yapamamak da.  Zira insan yapamadığında yapmaya uğraşmakla ilgili fikirlerinin değişimine, yapabildiğinde de yapmayı sürdürmekle ilgili fikirlerinin değişimine bakakalıyor. Üstelik bir öyle bir böyle bir de şöyle düşünmenin getirdiği sonsuz seçenek ve sınırsız imkan da daha iyisi her zaman var'la her seferinde aynı işte'ler arasında sıkışabiliyor.

Yani canım benim, 
Benim canım.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Vişne

Şu hayatta beklentilerim de, derdim de, zorum da kendimle.
Kimin ne olduğu değil; benim ne olduğum, olabildiğim, olabileceğim.
Kimin ne söylediği, düşündüğü değil; benim ne söylediğim, düşündüğüm, ne düşüneceğim. Önemli.

Başarmak için peşinde koştuklarım var; gerisi de hikaye. Zaten bu noktada gerçekten çabalıyorsanız, gerisinde ne olup bittiği o kadar da ilginizi çekemiyor ister istemez.
Hayatın içinde ne kadar insan olabildiğim? İnsan kalabildiğim? Bunlar değerini yitirmesin. Gerisi hallolur düşüncesindeyim.
Hepimiz sonuçta 'ellerimiz kadar' var olabilen'leriz. Kazandığımız değil, üretebildiğimiz kadar buradayız. Ya da en azından ben de böyle düşünüyorum. Bazıları da böyle düşündüğünü sanıyor oysa içten içe bir hırs falan. Neyse uzun o şimdi.


Gelenlerimi de gidenlerimi de 'herkesler'imi çok sevmelerim hep bu yüzden.
Hayatın akışında eğilip bükülmeli, bazen hoplayıp zıplamalı, bazen de fırtınanın, ruhunun tam içinden geçmesine izin vermeli insan. Hayatı küçük bir çocuk gibi alttan alabilmeli kavga çıkınca. Mutlu anlarında tüm kalbiyle şükredebilmeli. Onda niye var, ben de yok'lara zaten girmemeli. Kopuşlarda da içinden bir yeşil canavar çıkışmamalı. 

Diyorum ki sana ben: Dönüş. Dönüşüme izin ver. 

Bir şey yaşanıyorsa inan buna; yaşanma zamanı gelmiştir. Vişne o dalda yeterince beklediyse; bir kavanoz reçele dönüşme zamanı gelmiştir. Tam vaktini doldurduysa artık; minik ceninin bir bebek olarak doğma zamanı gelmiştir. Yaz bittiyse sonbaharın zamanı gelmiştir. O gidiyorsa gitme zamanı gelmiştir. Sadece öyle olması gerekmiştir diyorum sana ben. Çok kurcalama diyorum işte. Belki o şarkıdaki gibi olmuştur. 'Başa gelmiştir, olmaz işler..'Senin de belki daha iyi bir şeylerle karşılaşma vaktin gelmiştir. Ve onun da hayatına yeni mutluluklar eklenme dönemi gelmiştir. Gülümse ve severek uğurla. Mutlulukla ağırladığın gibi, sevgiyle uğurla.

İnan ki çok kalbinle söyleyince bu güle güle'yi, bu veda bir duaya dönüşebiliyor. Farknda bile olmadan, kendine ettiğin içten temiz bir duaya. 

Ve insan kendine kötü davranan kişiye bile kin tutmadığında zaten aslında en büyük iyiliği kendine yaptığını görüyor. 

İlerde anlayacaksın.
Anlayacaksın ilerde. 

Hoşgeldin. 
Güle güle. 

Kusur/suz

Çünkü onun kapasitesi bu.
Çünkü o dönemki motivasyonu böyleymiş.
Çünkü demek ki o da böyle bir insan.
Çünkü karakterler bir olmak zorunda değil.
Çünkü çünkü çünkü...


Çünkü ben herkesi olduğu gibi kabul ediyorum. Hayatım belki de bu yüzden çok yolunda. İç huzuru diye bir şey var, çok şükür hep yanımda. 

İnsanların kusurlarını gördüğümüzde; gözüme batan bir kıymık gibi söküp atmaya çalışmasak. Ve hatta bazılarını özellikle kusurları için sevsek. Onu o yapan detayları görebildiğimde mutlu oluyorum mesela ben. Demek ki oturmuş ahkam kesmiyor karşımda diyorum; demek ki gerçek haliyle burada. Birdenbire daha çok seviyorum. 

Çünkü mükemmel olmuş, kendini mükemmel sanan, mükemmel olmaya çalışan ve mükemmeli arayan insan samimiyetsizliği diye bir şey var arkadaş. Var yani. Kusur varsa rol yok demektir. Benim gözümde.

Karaktersizlik dersen o başka bir şey. Yalancıdır, içten pazarlıklıdır, art niyetlidir, katildir falan. Öylesi zaten ?

Yok.




28 Eylül 2014 Pazar

Mutluluk

Babam gazetesini okurken; salondan yükselen caz şarkıları, kahvemi odama götürürken peşimde bir iz gibi bıraktığım duman, yan odadaki tuvallerden gelen net yağlı boya kokusu, kömbi'min tükenmeyen kazı çalışmaları, bunları yazarken masada kapağı aralık kalmış fransızca grammaire! kitabının doldurulmayı bekleyen taze boşlukları, bir yığın halinde okunacak diğer kitaplar, üstelik temize geçirilmesi gereken reçeteler; kesilmemiş bir akide şekeri kıvamında annemin dingin ve huzurlu gülümseyişine karışıyor.

Ve
dışardaki koyu fırtına, bu klasik pazarımı çok daha çok şeker bir hale getiriyor. 
Çünkü hava açık lacivert.
Çünkü fırtınayı çok severim.
Çünkü rüzgarın uğultusu ve yağmurun cama tıp tıpı işte.

Çünkü tüm bu kanıksanmış, bu sıradan anlar bana tümden bir mutluluk halini yansıtıyor.

Ya da şöyle söyliyim, 
hayattaki mutluluğum sade ve sıradan anılarımı oluşturan bu sakin, sade anlarda saklı.

Bulmaca çözerken izlemek birini ya da sessizce kitap okurken kafamı çevirdiğimde kanepede uzanışını görmek. Sonra sarıp sarmalama hissiyle kalkıp üstüne yumuşacık bir battaniye örtmek. Örterken öpmek ve belki bi kedi gibi hissettirmeden yanına kıvrılmak.

Mutluluk.

İşte hepsi bu.

25 Eylül 2014 Perşembe

Çay

Sonra sanki sımsıcak bir yaz günü. Hayır bahar olsun.
Yola çıkmışız böyle sabahtan. Ama çok sabahtan. Sonra öğlen olmuş artık hatta neredeyse akşam olacak.
Eski takır tukur giden bir arabanın içindeyiz. Mümkünse konfor istemiyorum. İçimi dışıma çıkarma bu yüzden yavaş gidelim. 
Ve yol öyle uzun, öyle uzun sürmüş ki mutluluğun resmi olmuş böyle.
Saçlarım yine uçuşuyor elbette. O cam inatla bi açık çünkü. Hayır arabanın eskiliğinden değil, tamamen benim inadımdan, başka hiç bir şeyden değil.
Sağımızda hep ayçiçeği tarlaları. Sol tarafımız deniz.
Hayır solumuzda ayçiçeği tarlaları sağımızda uçsuz bucaksız ovalar. Plato mu bunlar adları ne olabilirdi ki yoksa ova mı hayır o çukurumsu olmalı ama şimdi ismini o zaman kesin bi bakmam şart diye kafamda herzamanki bi tartışmalarımı yaşıyorum. Googlelıcam ama 3g sıkıntı. Sana soruyorum ve sen bilmiyorsan; ay hayır bu çok daha büyük bir sıkıntı. 
Yine hepsi olsun istiyorum zaten. Aynı anda hepsi olsun. Sanki olabilirmiş gibi. Olsa ne olur yani?
Aynı anda yapabilsem hepsini, her şeyi. Aynı anda yaşayabilsem.
Mfö çalıyor. Güllerin içinden. Çünkü mutlu hissetmek böyle bir şey. Bu şarkıda bir şey var diyorum, bir his, yanık bir his. Destina gibi ama değil. Nazlanan bir huzur gibi. Yanağınıza dokunup birden sarılır gibi. 
Derinden bi tebessümle kafamı iki yana yatıra yatıra mırıldanıyorum. Hatta içimden daha çok sevinerek. Çünkü elimde değil napiim ki; böyle hissediyorum. Notalarında mı bir şey var nedir? 
İlerdeki kahvede bir mola vericez. Çünkü ben yine inatla, sadece diyorum, bu kahvelerin sadece erkeklere özel olması ne saçma. Haksızlık bariz. Ve o çayı içicem.

O an her yan kocaman bir gülümseme oluyor. 
Masmavi gökyüzü içime doluyor. Ya da ben o masmavi gökyüzüne dönüşüyorum, sıcacık.

Hiç bir gecikme yok. Hiç bir beklenti.
Sadece bagajdan bir şey almam gerek.
Bu benimle ilgili, çok keyfi, çok gereksiz aslında. Kimsede de olmaz zaten.

Burada sadece,
O anın yaşanacağını bilmeden; o ana ait şeylerimin sevinci var.
Belki de sen anlamazsın.
Ama biliyor musun anlaman çok işime gelirdi.
Çünkü inan ki insan bazen sadece; anlatmadığı halde anlaşılabilmek istiyor.

Mızık

Atıyorum tutuyorum sürekli.
Hiç biri de ben değilim. Ben de hiç biri değilim.
İçerdeki 4-5 kızdan en kalabalık yapanı ağlak sulugöz, utangaç ve küsünce oyunu bırakan mızmız bir çocuk işte. Büyümemiş. Şapşal. Görmek istemiyorsa bakmayan. 
Kırıldıysa giden, kızdıysa giden, gitmek istediyse bir bahane illaki var.
Bayrağı kapmak için yarışanlar varsa, bayraktan falan vazgeçen. 
Mızmız diyorum ya. Mızıkçı olduğundan değil, dudağını sarkıtınca kimse görsün istemediğinden.
Sonra unutan ve unutan işte.
Çünkü ne demişler bilirsiniz; insanoğlu unutmaya mahkum olandır.
Kırılınca kıramıyorum. 
Ya da işin doğrusu en çok da kırıldığımda kıramıyorum.













23 Eylül 2014 Salı

Olduğu gibi

Bozcaada için yazacağım bir yazı vardı.
Yapıp bozup yapıp bozup en sonunda sildim attım.
Hevesim kaçtı çünkü.
Soğudu yani, kutuda unutulan pizza dilimi gibi. Matlaştı.

En iyisi gidip görmek. Başkasından dinlemeyin. Kafanızda da kurmayın.
Gidin görün, en iyisi.
İnsanların kendileri de, bulunmaktan keyif aldığı yerleri de anlattıkları gibi olmuyor, ben eminim.
Benim sevdiğimi sen sevmezsin şimdi, senin bayıldığını da bir diğeri falan.
Birisi bir şeyi anlattığında; övdüğünde, hele ki üstü kapalı övdüğünde ki bu tecrübeyle sabit,
İlla ki bir toz alınmışlık oluyor. Kuruyan otları bi temizlemişlik. Bi oda spreyi sıkmışlık. Gördüğü ve göstermek istediği taraftan anlatıyor nihayetinde. Tarafsızlık diye bir şey olmaz, nasıl olsun. Bu kelimenin kendisi zaten bir tarafken.

Böyle herhangi bir konuda kafamda şekillenmelere yol açan herkes ama istisnasız herkes sonunda kendi bildiğimi okusaymışım daha iyi olurmuş'a dönüşüyor.
Şuranın kahvaltısı harika, şu kız/erkek öyle boş değil'ler falan.
Değil, değil. Hiç biri öyle değil. Değilmiş yani. Gidip görünce anlıyorsunuz.
Sonra burası bir ada işte, o da bir insan sonuçta. Oluyor.
Vasat.

Kendi fikriniz olsun. Kendi gelincik şerbetinizi için. Kendi dizinizi yaralayın kekik tarlalarında. Selfie peşindekilerle dalganızı geçin. 
Ve kendi isminizi verin o yeldeğirmenlerinden birine. 

Cervantes'i düşünün. Don Quichotte olun. Ve İlhan İrem'in naifliğiyle uçuyorum durmadan ben pilotmuyummm diye mırıldanın.

Gidenlerine nereye gitsem diye sorduğum, şuraya git bence denilen, peki merak ettim dediğim ve o yerin kapısına gelince merak etmekten vazgeçip yandaki yerin masasına oturduğum bozcaada.
İstanbul güruhu olarak şöyle bi gidip geldiğimiz, adım attıkça tanıdığa rastladığım bozcaada. 
Yazık ki sadece maddi kaygıların üzerine oturtulmuş bu sistem nedeniyle, gelecek senelerde hızla betonlaşacak olan bozcaada.


Şimdi bin yıl geçmiş gibi olan o birkaç günden aklımda kalan soğuk su, kırık bir telefon ve limonlu nescafeli iki top dondurma yalnızca.

Ah bir de sokağımızdaki, hiç yanımdan ayrılmayan o siyah güzel gözlü köpekçik..




Bugün yarın

We never can just stop time. Or take moments back. Life doesn't work that way, does it?
Christine Feehan


Belki de zaten hepsi bu kadardır.

21 Eylül 2014 Pazar

Ruknettin’in kalbi için kehanetler

Ruknettin’in aynalarda ağladığı kadar var. 

bir mevsimin kıyısından tutarsan Ruknettin 
kurak ovalara yağmur yağar,
ayak bileklerinden kavrarsan bir harfi,
kalbin şiir olup vadileri sular. 

senin de vadilerin vardır Ruknettin! 
kehanetler kurarsın, yağmalarsın kendini 
kurtarıp o yangında ilk önce kalbini 
niyedir, aynalarda azalır sesin. 

doktorum 
ben bu kalbimi sarınır örtünürüm 
kış gecelerinde onu yakar ısınırım 
üşürsem helak olacağımdan korkarım. 

doktorum 
gayya kuyusuna inmek istemem 
bana bir ip uzat, yağmurlar istemem 
aynaları kırarım, suretimi istemem 
mevsimler dönedursun, bu dünyayı istemem.

ben hep aynalardan geçerim doktor, 
aynalar benden geçer.
Araf’tan bir sepet sarkıtırım aşağı 
doluşur içine narin böcekler 
yaşamayı yeni öğrenmiş kelebekler 
üşüşür ben kalbimi sarkıtınca aşağı 
ben hep aynalardan geçerim doktor. 

günahları için ağlayan kim varsa 
kanatları ile okşar onu melekler.

hep böyle midir 
kalbin hep böyle yavaş mıdır ruknettin?
aynalar sana bir savaş mıdır ruknettin?
yârin dudaklarından trenler geçer de 
kalbinin istasyonunda durmaz mı 
sen hiç satrançta yenilmez misin 
atına binip hep gidermisin ruknettin 
bilmez misin atından ayrı düşen bir vezir 
zehir gibi çoğaltır kanında yalnızlığı 
ve nihayet şahlar da aynalardan geçer 
bir sen mi kalırsın bu rüyada ruknettin 
herhalde hep böyledir 
Bu dünya sevenlere bir tuzaktır Ruknettin!

Buraya kalbinizi kuşatmaya geldiydik 
konuşmayı unuttuyduk hâl diliyle söylediydik.
Duâ okuduyduk yağmur dilediydik 
Kalbinizi kuşatmaya geldiydik. 

hoşgeldiniz. buyrun, işte kalbim. 
adımı unuttuğum zamanlarda Ruknettin'im. 
gövdesi ihlâl edilmiş bir yetimim. 
şu kapıdan buyurun, az ilerisi benim kalbim. 

benim kalbim bir ıslahevidir doktor.
yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde 
benim kalbim gövdesi ıslahevlerine çakılı bir 
kuştur 
uçmayı bilmeden ölür kenar otellerde 
kalbim ıslah olmaz bir kuştur doktor 
tıkanır, ölür metropollerde 
ardından ağıtlar okunur. 

bir çiçeği uyandırmak için mi 
söner bu ateşgâhlar 
kaldırmak için mi yeraltını 
o derin uykusundan 
kurur bu göl 
ne var ne oluyor 
neden türkü söylüyor fesleğenler 
uzakta biri mi göründü 
biri incil okurken düşüp bayıldı mı 
bir rüya mı gördü yalnız keşişler 
yeni bir ilim mi keşfedildi 
ne oldu? 

adım Ruknettin, tanışıyor olmalıyız 
bir çay oçağında yahut bir merdiven başında 
sunmuş olmalıyım kalbimi size 
bakın! demiş olmalıyım henüz avladım o'nu 
iğvanın zehrini boşalttığı kuyularda. 
yalnız günah parlar zifiri karanlıkta 
ve kuyudan kuyuya bir yol yoktur 
bir avcı tüfeğini doğrulttuğunda 
ay gibi ışıdığında bir aşk 
bir mevsim yönünü şaşırdığında. 

hayret etmiş olmalsınız, kalbim 
hazerfen misali havalanınca. 

korkarım sevgili doktor bu mektuba kendimi 
üzerek başlayacağım 
çabuk büyüyen bir çocuk gibi, ceplerimin nerede olduğunu unutacağım önce 
ve mazi gizlenecek bir yer bulamayacak kendine. 

sonra bir menekşeyi teheccüde kaldırmayı 
unutacağım.
unutacağım hangi şehirde durursam yâr 
beni karşılar.
nerede ölürsem bahtıma idamlar çıkar 
gülümseyen bir arap olacak yüzümün size 
bakan tarafı,
terkedip gitmelerin ağırlaştırdığı bir güz 
olacak öte yarısı.

alnımın dokunduğu yerden savaşlar artacak 
ve bahar giysilerine bürünmüş gelirken kıyamet 
gönüllü mağlupları olacak hayatın doktor! 
yarından korkan adam, Ruknettin böyle söyler. 

siz doktor, yazabilir misiniz bir gülü yeniden 
alıştırabilir misiniz baharı çürüyen toprağa 
kabaran yağmuru yeraltına 
ve bir aşkı ayrılığa 
yakıştırabilir misiniz doktor 
kanatlarında hüzün ve manolya 
taşıyan kuşlarla konuşabilir 
ve trampetimi geri verebilirmisiniz bana?

Ah kalbin moğolları size verecek ne kaldı
Bir kitap olup yandı da o
Külünden zehir kaldı
Bir hayal olup uçtu da
Gökte melekler bağırdı
"Eve dön, eve dön!"

Döndüm ki; şehrin ağrıları üstüme kaldı
Bulvara uzanmış diskotek kızları
Süpermarketler, bankalar
Yani toplu insan mezarları
Üstüme kaldı.

Size ne denir ey kalbin istilacıları
Barbar denir, bir hayal yıkan denir.
Alın o'nu da götürün, bir kalbim kaldı. 

bir ilkokul atlasında gemilerim yandıydı 
cenevizden geliyordum, elimde mektuplarım vardı 
elimde ölü bir kızın sağır saçları vardı 
ben ki Ruknettindim kuşlardan bir ordum vardı 
bir mevisimin ortasında kalakaldıydım 

bakkaldan manavdan değil,
cenevizden geliyordum doktor 
o kızın saçlarından geliyordum 
yitirilmiş bir mahkemeden 
galiba kalbimden geliyordum. 

o ayaklarını değdirdiğin deniz ruknettin, 
yani yarın 
o ıssız ve derin ülkesi yavrukurtların 
içli kızların kederine ilişkin o hakikat 
gün gelir seni açıklarında boğar 
ve haykırır ardından terkedip geldikleri sulara 
hiç ağ vurmamış balıklar; 
eve dön! eve dön! 

dönersin aklında hüthüt kuşları kalır 
ardında sevmeyen ve sevilmeyen bir adam kalır 
ve Ruknettin, senin kalbinden, her akşam 
utangaç çocuklar yeryüzüne dağılır. 

güvercinler nasıl taşırsa ömrünü 
öyle taşırsın sır misali kalbini 
tabipler o yardan el çekerse 
aynalar sırrına agâh olur Ruknettin 

ne bir halvet olur sana bu dünya 
ne tutuşan gövdene bir gölge 
suskun balıkların dilini çözen rüya 
gün gelir sana mihrap olur Ruknettin. 

bir güle boyun eğdiren nedir 
o aşk değilse 
nedir kalbe çıkartılan 
tutuklama emri 
aşk değilse 
Ah, o sığınaklardan 
yitikleri toplayan 
ve düşlere vuran gemi 
nedir aşk değilse 

size kendimden bahsediyorum doktor 
'biraz yağmur kimseyi incitmez' 

iyi ruhların arasında dolaşan 
bir gölgeden söz ediyorum 
acıdan çatlamış kalbi 
soğuğa dayanıklı kılan bir bilgiden 
terkedilmiş şizofrenleri kendine çeken vadiden 
keşişlerin hüznünden 
ve bir aşk yüzünden 
ayları karıştıran kişinin 
tababeti ruhiyesinden 

size kendimden bahsediyorum doktor 
'ben kar yağarken ıslanmam' 

benim öbür adım rüzgar 
uğradığım orman 
değdiğim kalp uğuldar..


Kemal Sayar