29 Kasım 2014 Cumartesi

Bir polar battaniye

Bugün telefonda, yine hiç susmayacakmışım gibi bıdır bıdır bıdır
konuşurken bambaşka konularda; kendime ait bir ışık yandı içimde. Kendime ait ve çok içimde hissettiğim bir minik soru lambası. 
Kendimi tanımlarken rahatlıkla söylediğim bu şeyi kendime sordum telefonu kapatınca; kendimi dinlemeye çalıştım bu soru karşısında uzun uzun..
Tüm bu çabuk sıkılan, sıkılınca bırakan uyuz karakterime rağmen yıllardır süren, kemikleşmiş, çok sağlam ilişkilerimin olması neyle ilgili olabilir diye? 
Dostlarımı kendimden bir parçaymış gibi hissedebilmelerimi açıklayan ne?
Çok sevmem ve hep orada kalmaktan mutlu olmam..
Onlara karşı olan içindeki bu tarif edilemez kopmaz ip, bu kardeşimmiş gibi hissedene kadar çok sevmelerim falan.. 

Sanırım insanlarımı bir kere sevince; tam anlamıyla, her şeyleriyle sevdiğimden. İyi ya da kötü olabileceklerini bilerek, onların insan olduklarını anlayarak, onları mutsuz zamanlarında çok öperek, sonra mutlu oldukları zamanlarda ise kahkahalarına eşlik ederek sevmelerimden..
Buluştuğumuz anda kocaman sevinmelerimden, eve dönerken sarıldığımda tüm kalbimle öptüğümden, konuşmak istemediğimdeyse hiç bir yapmacıklık barındırmayacak kadar orada olmayışımdan.. Acılarını şifa dualarıyla, mutluluklarını nazar dualarıyla korumak istediğimden. Öksürdüklerinde bir anne gibi ıhlamur kaynatmak isteyişimden ve  mideleri bulandığındaysa korkak bir çocuk gibi ortadan toz olmalarımdan.. Sonra fikirlerini sormadığım halde anlattıklarında dinlemeyişimden, sorduğumda ve anlatmadıklarında zorla anlattırışlarımdan falan bahsettim kendime. 
Uzun uzun sevdim dostlarımla ilgili hissettiğim bu cümlelerimi ve daha yazamadığım tonlarca kütleyi.

Kurduğumuz bu tür sağlam köprüler, ulaşılması zor alanlarımıza yürümemizi sağlıyor bana kalırsa. 
Varoluşsal yalnızlığımıza teddy bear oluyor. Gardrobun tepesinden bize bakan o yaşlı oyuncak ayının güvenini veriyor. Hani neresi ne zaman yırtılmış bilirsiniz, yırtılmış dikilmiş ve hala orada duruyor. 

Tarifsiz bir güven duygusu. 
Tarifsiz bir şekerlik.

Çok yumuşak; bir polar battaniye..





23 Kasım 2014 Pazar

Sığ

Öyle anlar oluyor ki beynimin sınırlı kapasitesi karşısında çaresiz kalıyorum. 
Yani öyle sınırlı ki kendinin farkında, yapabilecekleri de muhtemel fakat felçli bir hasta gibi yetisi yok. Kapasitesi bu. İnsan beyninin muazzam yapısı ve onu kullanamamasındaki korkunç hüzün. 
Belki en çok da meditasyon yaparken, tüm şalterleri kapattığınızda farkedebilirsiniz bunu. Yapabilecekleriniz ve "yapabilecekleriniz" arasında resmen uçurumlar var. 
Belki de yüzyıllar sonrasından bugünlere baktığımızda acınası haldeyiz. Belki gerçek insanın henüz evrimini tamamlayamamış prototipleriyiz henüz.
Zamanın ve mekanın olmadığı bu evrende, beynimiz de bunu içten içe hissederken; onu bir şekilde bir sıralama, zamanlılaştırma, mekana bağlı kılma gibi heveslerle programlıyoruz. O ise bize içten içe gülüyor, 'her şeyin farkındayım ama işte sana anlatamıyorum!' diyor sanki. 
Anlayacağınız kullanmadığımız, kullanamadığımız o yüzde 90'lık alana takığım ben.
İçsel bir şekilde hissetsem de izah edemediğim dünya enerjisine takığım.
Uzayı anlamak isterken, dünyaya yetememeye..
Sonsuz bilgi karşısındaki sığlığıma takığım.
Öyle ki hiç uyumasam, hiç durmadan öğrenebilsem ki sanki bu da mümkünmüş gibi, yine de yetmeyecekmiş hissine takığım. 
Bu sınırlılığımız, bu çaresizliğimiz. Sayılar, denklemler, teoriler karşısında onlarca kere okumak zorunda oluşumuza; ki sonunda yine de anlayamama ihtimalimize takığım. Oysa sadece baktığımız anda emebilsek bile tüm veriyi yine de yeterli olmazdı gözümde.
Bilmem anlatabiliyor muyum ve eğer anlatabiliyorsam deliden başka bir şey canlanıyor mu gözünüzde?
Aynı anda başlayıp bitirmek ve yönetmek istediğim dünya.
Aynı anda okuyup anlayıp ve yutmak istediğim dünya.
Aynı anda çözmek insanın şifrelerini ve insanı bir yandan da çeşitli psikiyatrik süreçlerle birbirinden farklılaştıran dünya.
Tüm bu bilgi karşısında diz çökmek. Hissettiğim tam anlamıyla bu.
Tüm sığlığımla, ne kadar kucaklarsam kucaklayayım tamamını saramayacağımı bilmek; tüm bildiğim.
Bu enginliğe boyun eğmek.

Anla işte zaman ve mekan yok.
Anla işte bir gün 24 saat.
Belki de zaten hepsi bu kadardır..